Eskiler hayatı tabiat bilgisi esasına göre yaşıyordu. Tabiat inancın bir parçası değildi. Ya da tabiatın bir kısım unsurları inanç alanı ile ilgili değil, inanç alanının ta kendisiydi. İster mistik dönemde isterse kitabi dinlerde olsun tabiatta var olan her şey yaratıcının kendisi, cüzü ya da tecellisi olarak görülüyordu.

Medreselerde yüzlerce yıl okutulan derslerin başında bu tabiat bilgisi grubu gelirdi. Gerçek manada insanın yaşadığı çevreyi bütün boyutları ile tanıması öncelenmekteydi. Çünkü kadim bağlarla ilişki devam etmekte ve tabiatın yaşayan bir canlı olduğu gayet iyi bilinmekteydi. Velhasıl insanlar tabiata göre ve tabiatla birlikte yaşamaktaydı. İnsan yaşamı binlerce yıl böyle geçti. Tabiatı tanıdıkça insanoğlunun ona olan hayranlığı daha da arttı. Bugün de yerin ve göğün her geçen gün yeni bir boyutuyla tanıştıkça hayranlığımız artıyor.

Bunun adını değiştirmeyelim; tabiat bilgisi demeye devam edelim. İlahi olanla tabii olanın birbirinin aynısı olduğunu söylerken tabiatın kendisine tapınmanın başka bir mesele olduğunu bilelim. Ama tabii olan aynı zamanda ilahi olandır demek farklı bir şey.

Bu bilgi teorisi, tabiatta var olan canlı ve cansız, bitki ve hayvan cinsinden varlıklardan ibaret de değil. Bizim yüz binlerce yılda edindiğimiz kadim deneyimlerimizdir. Tabiat bilgisi ışıkla, ateşle, geceyle, gündüzle, doğumla, beslenmeyle, uykuyla, çalışmayla olan ilişkimizdir.

Tabiat bilgisi, insanın kendisini maddi ve manevi olarak bilmesini ve çevreyi tanımasını içine alan bir bilgidir.

Bugün sayısal ya da sözel bilginin dikkati, yüz binlerce yıl insanlığı bugüne taşıyan birikime adeta kapalı durumdadır. Ayrıca da büyük ölçüde tabiatın dışında yaşıyor, tabiata sığınmıyor, onunla bütünleşmiyor, onu tanımıyor ve ondan korkuyoruz.

Bunu anlamak için insanın hayvanla, bitkiyle ve insanla ilişkisi bağlamında yüzyıl öncesi ile karşılaştırma yapmamız yeterlidir.

Bunları söylerken öncelikle tabiatla ilişkinin maddi boyutu aklımıza geliyor. Yani tabiattan bahsederken yeme, içme ve barınma ihtiyaçlarımız üzerinden tabiatı ya da fiziki koşulların tabiatında yaşamayı anlıyoruz.

Hâlbuki benim tabiat bilgisinden kastettiğim esas itibariyle maneviyatımızdır. Yani tabiattan gelen iyi ya da kötü her şeyi hikmet bilip rıza üzerinden bir hayat felsefesinden de bahsediyorum.

Mesai zamanı olarak tabiatın saatinin işlediği, belki en önemlisi bu doğal koşulların kuşakların hayatında dramatik düzeylerde değişmediği bir düzeneği kastediyorum.

Bu değişimi ya da dünya görüşümüzdeki, doğa ve tabiat algımızdaki bu dönüşümü kolay anlamamız beklenemez. Fakat şöyle düşünelim. Bugün evinden çıkıp işine gidip akşam evine dönen bir işçinin yaşadığı eza ve cefa tarihte hiçbir meydan muharebesinde bile yaşanmamıştır.

Organizma belki bu dünyaya da alışacaktır. Ama biz içinden geçtiğimiz çağın çocuğu olarak bu olgu ile olan meselemizi konuşmak zorundayız. Bu bakımdan kadim bilgi ile olan bağımızı tekrar kuracağımız bir dünya düzenine geçmemiz gerektiğini anlamalıyız. Son yüzyıl insanoğlu şehir adlı zorlama yığınaklarla donanacağını düşündü, fabrikaların bacalarından çıkan dumanlarla kutsanacağını varsaydı.

Hâlbuki modern zamanlarda kat ettiğimiz mesafe tabii hayatın milyonda biri ölçüsündedir. Yolun başında iken dönülmelidir. Tabiata ve doğal yaşantılarımıza dönmeliyiz.

Durmaya, düşünmeye ve yaşamaya tahammülümüz yok. Kendi hayatını yaşayamayan tek canlı insan diyor düşünür. Eskilerin dünya bilgisi, tabiat bilgisi ve deney bilgisi tabiattan yola çıkarak tabiata uygun sonuç almak üzerineydi. Teşhisi tabii durumun bozulmasında arayıp tedaviyi tabii kaynaktan normalleştirme olarak görüyordu.

Şimdiki sıhhat ise sadece işin görünen, dışa dönük caddeye bakan yüzünü boyamaktan ibaret bir cephe giydirme sanatı. Çünkü okuduklarımızın, yazdıklarımızın ve söylediklerimizin hayatımızla, tabiatımızla hiç alakası yok. Şiirler yazıyoruz, kitaplar okuyoruz ve nutuklar atıyoruz ama bütün bunların fiiliyatımıza hiç dokunmadığı bir dünyayı yaşıyoruz…