Yalanlar silsilesi bir başlamaya görsün… Sonra her bir yalanı örtmek için daha büyük sonra daha büyük ve daha büyük… Bir de bakmışsınız o yalancı koskoca bir yalan dağı inşa etmiş. Hem de inşa ettiği bu yalan dağın altında kalmış.

Fakat sonra heyhat bir daha ilk noktaya, o yalan zincirinin kurulmaya başlanmadığı ana geri dönmek ve artık hiç olmamış gibi yaşamaya devam etmek de artık imkânsızdır. Çünkü bu süreçte kaybedilen o kadar çok şey vardır ki artık geri getirilmesi mümkün olmayan. Onların başında da güven gelir…

Bugün Kaşıkçı olayı neticesinde Suud Ailesinin geldiği tablo da bundan farksız değildir… İnsanlık onurunu hiçe sayan, bütün değerleri altüst eden bir cinayet, bu haliyle bile vahimken onun da ötesine geçerek uluslararası bir boyut kazandı.

Suudlar cinayeti saklamaya çalıştıkça, hakikati ortaya çıkarmaya çabalayan Türkiye örtüyü her adımda biraz daha açarak bir yalanı tüm dünyaya ifşa etti; onurlu bir devlet olarak… Kaldı ki bu hadise Türkiye’nin dünyadaki güvenini sarsma hedefinden de bağımsız değildi. O sebeple de Türkiye bütün bu olan biteni, hazırlanan tuzağı açığa çıkararak kendisinin uluslararası güvenini de korumak zorundaydı ve bunda da başarılı olmuştur.

Türkiye’ye karşı kurulan bu tuzak, “hesapların üstünde hesap vardır” inancının gerçek bir tezahürü olmuştur. Uzun bir dönemden beri Türkiye’ye karşı kurulan ve bu coğrafyaya yeni bir paradigma dayatan ittifakın tabiri caiz ise “Cami duvarına bevletmesi” olmuştur… Kendi elleriyle kurdukları tuzak kendilerini vurmuş, meseleyi gün yüzüne çıkaran hadiseler ise Türkiye’nin durduğu zemini daha da güçlendirmiştir.

Keşke bu canilik bir insanın hayatı üzerine kurgulanmasaydı… Mademki bu cesaret gösterilmiştir, o halde bunun hesabı da yine uluslararası hukuka uygun olarak verilmelidir. Bunun yanında insanlık dersi vermek adına da hamleler mutlaka yapılmalıdır…

Fikir hürriyetinden, insan onurundan bahseden her devletin ve uluslararası kurumun boynunda büyük bir vebal vardır. Aksi halde bundan sonra göğüslerini gere gere, “insan hakkı ve onuru önemlidir” diyemezler. Devletlerarası münasebetlerde “âli menfaatler” diye bir şey elbette vardır. Fakat bu onur zedeleyici bir riyaya dönüştürülemez… Bu hadise son dönemlerde dünyada yaşanan riyakârlıklar silsilesine de bir son vermelidir.

Riya geleneksel bir politika halini alır ve alenen işlenir duruma devam ederse korkarım bundan sonra dünyada huzurdan ve güvenden bahsedemez hale geliriz.

Bu mesele aslında bir turnusoldür. Herkesin ve her devletin gerçek karakterini ortaya çıkaracak güçlü bir “rasyo”dur. Daha önce “diktatör” olmakla suçlayıp yok ettiklerinin hesabı bir yana, bizzat kendileri “diktatör sevici” konumuna itileceklerdir.

“Demokratik değerler” Batı için ne kadar önemliymiş göreceğiz… Para ve çıkarla akredite olmuş bir diktatörlük icraatı mı sergileyecekler yoksa gerçekten, bir yalan dağının altında kaldığı çok açık olan Suud’a gereken tavrı mı gösterecekler? Bekleyip göreceğiz; umutlu olamasak da…

Zira Türkiye, üzerine düşeni yaparak durduğu safı daha da netleştirmiş oldu…