Raayete meylederiz, kaameti dil-cuu yerine

Tuuğ’a dil bağlamışız, kaakül-i hoş-buu yerine

…..

Süreriz tiiğimizin zevk-ü safaasın her dem

Siim tenlerle olan lezzet-i pehluu yerine

…..

Severiz esb-i hünermend-i saba reftaari

Bir perii-şekl sanem bir gözü aahuu yerine

Gazi Giray Han

“Vatanın Belkemiği Mesabesinde Bir Müdafaa-i Milliye Teşkilatı” olarak vakıfların Türk tarihindeki yeri ve ehemmiyeti

“Vatanın Belkemiği Mesabesinde Bir Müdafaa-i Milliye Teşkilatı” olan vakıflarımızı kaybediyoruz!

“Vakıf” kelimesi, sözlüklerde “durdurmak”, “mal yığılmasını durdurmak” olarak tarif edilmiştir.

Vakıf, belirli bir taşınmazın (arsa, arazi vs.), akli melekeleri yerinde bir kişi tarafından, herhangi bir süreyle bağlı olmaksızın, bir amaç için tahsis edilmesidir. Belirli bir amacı gerçekleştirmek için ayrılan taşınmaz mala “vakıf”; bu tahsis etme, ayırma işlemine de “vakfetme” denir.

Vakfedilen taşınmaz, usulüne uygun olarak ilan edilir ve ilgili mahkemede hâkim tarafından kayıt ve tescil işlemi yapılır. Bu kayıt ve tescil işleminden sonra vakıf, “tüzel kişilik” kazanır.

Her vakıf için bir “senet” (yazılı belge) hazırlanır. Vakfın adı, hangi amaçları gerçekleştirmek için kurulduğu, vakfedilen taşınmaz malın yeri, özellikleri, sınırları, vakfın gelirleri ve gelirlerin nasıl harcanacağı bu belgeye yazılır. “Vakfiye” olarak da adlandırılan bu belgelerde, ayrıca, vakfın mütevelli heyetinin kimlerden oluşacağı ve tescil tarihi de kaydedilir.

Eski vakıflarımızın kurucu belgeleri (vakıf senetleri) incelendiğinde, vakfın şartlarını değiştirip bozanlar veya belgelerde yazılı şartları yerine getirmeyenler için “beddua”ların da yer aldığı görülür. Bu sebeple, vakıf senetlerinde yer alan hükümler büyük önem taşımaktadır.

Vakıf malları devredilemez, miras bırakılamaz, satılamaz ve vakıf senedindeki amaçlar dışında kullanılamaz.

Türk tarihinde vakıf kuruluşlarının ilk nüveleri

Eski Türk toplumlarında, İslamiyet’ten önce de vakıf kuruluşlarının ilk çekirdeklerinin var olduğu bilinmektedir.

Uygurlar döneminde, -“Turfan” vesikalarında- bir Han tarafından “Uygur Tıp Medresesi”ne bir arazi ve bağ vakfolunduğu yapılan araştırmalar sonucunda gün ışığına çıkarılmıştır.

Türklerdeki “ülüş”, “başak”, “yağmalı toy”, “şölen” ve “aş verme” gibi törenler, beyler arasında, bir tarafta siyasi hesaplara hizmet ederken, bir taraftan da toplumdaki saygınlığın korunması ve sosyal yardımlaşmanın güçlendirilmesini amaç edinmiştir.

Türk’ün soyluluğa yükselmesi, “mal yağmalatma” veya “şölen verme” yarışıyla kazanılırdı. Hangi Bey, en görkemli ziyafeti verir, en çok mal yağmalatırsa, o Bey, diğer Beylere göre daha üstün bir itibar ve şeref elde ederdi.

“Kırk gün kırk gece düğün ziyafeti”, “kırk fakiri üç öğün doyurma” gibi adetler, eski Türk toplumlarının günümüze kadar uzanan törelerinin birer nişanesi olsa gerektir.

Sosyal güvenlik ve sosyal yardım sistemi, Batı’da ancak 20. yüzyılın başında kurulmaya başlamışken, asırlar önce Türk toplumlarında gelir ve serveti yeniden dağıtan ve bu vesileyle eşitsizlikleri ortadan kaldıran birtakım geleneklerin olması dikkat çekicidir.

Selçuklu devletlerinde vakıflar

Aşır Efendizade Mustafa Kamil Efendi, “Evkaf Nedir?” isimli eserine şöyle başlıyor: “Efsanevi telakkilere maruz kalan Evkaf’ın vatanın belkemiği mesabesinde bir müdafa-i milliye teşkilatı olduğunu ve memleketi bu suretle Türkleştirdiğimizi vatanla alaka iddia eden herkesin bilmesi farzdır. …Ecdad-ı izamımız zapt ettikleri memleketlerin şehirlerin emval ve emlakinin Türkleştirilmesi vakıf sayesinde mümkün olmuştur.”

Mustafa Kamil Efendi’nin bu tespiti, vakıfların Türk tarihindeki yerini anlatması bakımından önemlidir. Kamil Efendi, vakıfları bir “milli müdafaa teşkilatı” olarak görmekte ve Anadolu’nun Türkleşmesinde, vakıfları, “vatanın belkemiği” olarak tarif etmektedir.

Selçuklu devrinde inşa edilen yüzlerce hatta binlerce camii, mektep, medrese, han, hamam, şadırvan, kütüphane, bimarhane (hastahane), aşhane, meşruta (külliyede görevli kişilerin evleri) ve daha niceleri bu vakıf ruhunun tecessüm etmiş, yapılara dönüşmüş halleridir.

Dikkat edilecek olursa, vakıf ruhuyla cisimleşen bu yapılar, yani vakfedilen her şey, kişilerin özel mülkiyetinden çıkarak, toplumun mülkiyetine geçmekte ve vakıf, toplumun tamamına mal edilerek “sosyal bir kuruluş” halini almaktadır.

Selçuklu devrinin vakıfları hakkındaki bir araştırmada araştırmacının konu hakkındaki tespiti şöyledir: “İktisadi ve kültürel bakımdan çok ileri bir durum arz eden Selçuklu Türkiye’sinde tebabet (tıp ilmi) o derece ehemmiyet (önem) kazanmıştı ki, hemen her şehir ve kasabada mevcut hastanelerde tedavi meccanen (ücretsiz) olup, her birinin büyük vakıfları vardı”.

Şunu da ilave etmek gerekir ki, Selçuklular’da, çok sayıdaki vakfın idaresinin düzenli bir şekilde yürütülmesini sağlamak için bir “Evkaf Nezareti” yani Vakıflar Bakanlığı bile kurulmuştu.

Osmanlı devrinde vakıflar

Osmanlı devlet teşkilatının ana hedefi, devleti ve toplumu dış tehlikelerden korumak, iç huzuru sağlamak ve adaleti gerçekleştirmekti. Konuya bu açıdan bakıldığında Osmanlı Devleti’nin bir “sosyal devlet” olmadığı sonucu ortaya çıkabilir. Hâlbuki halkın ihtiyacı olan eğitim, sağlık, bayındırlık ve sâir sosyal hizmetlerinin yürütülmesini vakıflar üstlenmişti.

Osmanlı Devleti’nde ilk vakıf kurucusu Orhan Gazi olmuştur. Her dönem yeni bir ruh ile gelişen vakıf kuruluşları sebebiyledir ki, 16. yüzyıl Osmanlı devri için “vakıf cenneti yüzyılı” tabiri uygun görülmüştür.

Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlılarda da vakıf kuruluşlarının kökleri, eski Türk geleneklerine uzanmaktadır. İmparatorluk devrindeki “diş kirası” uygulaması, aslında eski bir Türk geleneği olan “yağmalı toy”un Osmanlı kültürü içinde aldığı yeni şekilden başka bir şey değildir.

Osmanlı döneminde, vakfetme ve vakıflaşma o kadar yaygınlaşmıştır ki, 1500’lü yılların başında Osmanlı topraklarının beşte biri vakıf toprağı haline dönüşmüştür. Sadece 1700-1800 yılları arasında, yaklaşık 6.000 adet vakıf kurulmuştur. Vakıflar, Osmanlı toplumunda dini hizmetlerden çok; bayındırlık, şehircilik hizmetleri, sosyal faaliyetler ve kültür miraslarının korunması gibi kamu hizmetlerini yerine getirmişlerdir. O kadar ki, bu dönemde kurulan yaklaşık 6.000 adet vakıftan, dini hizmet amacıyla kurulan vakıfların, bütün vakıf sayısına oranı % 0 kadardır. Diğer vakıflar, tamamen dini hizmetler dışındaki kamu hizmetlerini yürütmek amacıyla kurulmuştur.

Vakıflar, toplumun her yönden sürekli olarak yenilenmesini sağlamış, yardımlaşma ve dayanışma duygusunu güçlendirmiş, bugün bizim “empati” dediğimiz eşsiz bir diğerkâmlık numunesi vücuda getirmişlerdir. Vakıf kurumunun gerçekleri; iktisadî, sosyal, kültürel ve medeni münasebetler bakımından her biri birer tarihi vesika olan “vakıf senetleri”nin içeriği incelenecek olursa, açık bir şekilde görülecektir.

Cumhuriyet döneminde vakıflar

Eğitim, sağlık, bayındırlık, şehircilik gibi alanlarda faaliyet gösteren vakıfların Cumhuriyet döneminde de varlıkları ve faaliyetleri devam etmiştir.

1826 yılında kurulan “Evkaf-ı Hümayun Nezâreti” 1920’ye kadar vakıfların idaresinden sorumlu olmuş, 1920’de aynı görevi ifa etmek için “Şer’iye ve Evkaf Vekâleti” kurulmuştur. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin 1924 yılında kaldırılması üzerine “Müdüriyet-i Umumiye” (Vakıflar Genel Müdürlüğü) kurulmuştur.

1926’da 903 sayılı “Türk Kanun-u Medenisi” kabul edilerek, 1935 yılına kadar vakıflar bu Kanun’daki hükümlere göre idare edilmiş; 1935 yılında ise, 2762 sayılı “Vakıflar Kanunu” çıkarılarak vakıflar özel bir kanunla idare edilmeye başlanmıştır. 1967’de ise, 903 sayılı “Medeni Kanun” değişikliği yapılmış ve değişiklikle vakıflar hakkındaki bazı kanun hükümlerinde değişiklik yapılmıştır.

Günümüzde vakıfların idari, mali ve sosyal eylemleri bağlamında, işlem ve faaliyetlerine dair esas ve usullerin tespiti Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün tasarrufu altındadır.

Yabancı vakıflar meselesi

Vakıf müessesesi vesilesiyle asırlar boyu aynî ve nakdî yardımlar toplanarak, toplumun hizmetine sunulmuştur. Vakıf kurumunun yüzyıllarca devam etmesi yüksek ahlak sahibi, şahsiyetli ve azimli insanların gayretleriyle mümkün olmuştur.

İnsanı kendi kıymetlerinden uzaklaştıran ve yalnızlaştıran “modernleşme” süreci ile geleneksel yapı, dışarıdan gelen saldırılara karşı direnememiş, bu karşılaşma çoğu zaman bir bozulma ile sonuçlanmış, maddi ve manevi bakımdan zafiyet geçiren bireyler, günümüzde “modern hayat” karşısında tamamen yapayalnız kalmıştır.

Osmanlı döneminde, vakıf kuranların nesli tükenirse veya vakıfla ilgilenecek kimse kalmazsa, “vakıf tevliyeti” denilen yeni bir vakıf idaresi kurulurdu. Ancak ne kadar yazık ki, bu geleneksel yapı bir süre devam etmiş, zamanla bu idareler de sorumluluklarını yerine getirememiş, görevlerini ihmal ederek kendilerine emanet olarak bırakılan vakıflara gereği gibi bakmamışlardır. Bu sahipsizlik bir süre sonra, vakıfları, iyi niyetli olmayan bazı kişilerin şahsi menfaatlerini temin ettiği kuruluşlar haline dönüştürmüştür.

Devlet-i Âli’nin bir kadimesi olarak, ecdadımızın gayret ve serveti ile kurulan vakıflarımız, bugün her türlü istismara konu olmaktadır. Sûret-i haktan görünen bir kısım ikiyüzlü zevat elinde kültürümüzün nice kıymetleri, bugün harap edilmiş vaziyettedir. Vakıflarımızın bu “hal-i pür melali” ortada iken, yabancı vakıflara çok geniş ve yeni tasarruf imkânları temin edilmektedir.

Lozan Anlaşması’nda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin savunduğu iddialara ve 1936 yılında yapılan düzenlemelere rağmen, yabancı vakıfların taşınmaz mal edinebilmeleri ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilmeleri için Lozan’da yeri olmayan birtakım yeni haklar tanınmıştır.

Lozan Antlaşması ile azınlık vakıflarının hakları, mükellefiyetleri ve sorumlulukları özel bir madde hükmü olarak Antlaşma metninde yer almıştır. 1936’da yapılan bir çalışma ile azınlık vakıflarının taşınmazları ayrı ayrı sayılarak kayıt altına alınmış ve tescil edilmiştir. Bu tarihten sonra artık yabancı vakıfların mülk edinebilmeleri ve mevcut mülkler üzerinde tasarrufta bulunmaları ancak Lozan Antlaşması’nın hükümlerine göre olabilecektir.

Ancak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Müslüman olmayan azınlıklara ait vakıflar tarafından Türkiye Cumhuriyeti aleyhine açılmış davalarla ilgili olarak 9 Ocak 2007’de kararını açıklamış ve Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı’nın yaptığı başvuruyu kabul etmiştir. Mahkeme, Türkiye’de Müslüman olmayan dini azınlıklara ait vakıfların mülk edinmeleriyle ilgili mevcut kanuni düzenlemelerin Lozan Antlaşması’yla kısıtlandığını ileri sürmüştür.

Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen Vakıflar Kanunu ise azınlık vakıflarının elde ettikleri taşınmazların iadesini öngörmektedir.

Batı Trakya’da yaşayan Türkler, kendi vakıfları üzerindeki tasarruf yetkisini kaybetmişken ve Türklere ait vakıf mallarının büyük çoğunluğu, Yunan hükümetlerinin ayrımcı vergi uygulamaları sebebiyle ipotek altına alınmışken, Türkiye’de hükümetin Vakıflar Kanunu Tasarısı’nı bu şekliyle kanunlaştırmaya çalışması bizim büyüklüğümüzü, kendimize olan güvenimizi ve de hak ve hukuka olan riayetimizin göstergesidir.

Hükümet, öncelikle yurt dışındaki Türk vakıflarının hakkını koruyacak tedbirleri almalıdır. Batı Trakya Türk vakıfları, diğer Yunan vakıflarıyla eşit muameleye tâbi tutulmalıdır. Yunan hükümetlerinin Türklere yönelik kasıtlı politikaları sonucu kaybedilen vakıf malları Türklere iade edilmelidir. Vakıfların idari kurulları, Türklerin talepleri doğrultusunda yeniden seçilmelidir. Batı Trakya Türkleri’nin dini liderleri olan müftüler, o bölgede yaşayan Türkler tarafından seçilmelidir. Seçilen müftüler yok sayılmamalı, Yunan hükümetlerinin atama müftü uygulaması derhal son bulmalıdır.

Bizler, şu cihanda muhteşem numuneler çıkarmış bir milletin evlatları olarak, mevkiimizin pek zorlu ve yürümekte olduğumuz yolun nice hengâmelerle, çilelerle ve büyük mücadelelerle dolu olduğunu biliyoruz.

Yine biliyoruz ki biz azmeder, çalışırsak, Anadolu hayat bulacak, şahlanacak; ama biz gayreti elden bırakırsak, Anadolu mahzun olacaktır…