ABD’nin dış politika gündemine bakıldığında; Hint-Pasifik güvenliği, Sahel’de terörle mücadele ve Avrupa güvenliği gibi belli başlı konuların ön plana çıktığı görülüyor. Asya’dan Afrika’ya yayılan bu denli geniş bir arazide, Amerika’nın tüm bu sorunların üstesinden gelebilmek için bölgesel aktörlerle daha dengeli ve sürdürülebilir bir ortaklık kurmaya çalıştığı anlaşılıyor.
Washington’un bunun yanında, üzerindeki savunma yükünü azaltmak amacıyla NATO’yu tamamlayan daha güçlü ve daha yetenekli bir Avrupa’nın ortaya çıkması için bir takım aksiyonlar aldığı söylenebilir. Haliyle bu durum birçok Avrupa ülkesinde tedirginliğe yol açıyor.
Avrupa ülkelerinde yaşanan bu tedirginliğin iki ana nedeni olduğu öne sürülebilir. Birincisi, daha özerk bir Avrupa geliştirme fikrinin NATO ve ABD ile olan bağlara zarar verebileceği endişesi. Zira Avrupalılar Amerika’nın desteği olmadan çıkarlarını gereği gibi koruyamayacaklarını düşünüyorlar. İkincisi ise Fransa gibi güçlü, ihtiraslı ve Amerika’yla rakip bir ülkenin Avrupa’da yeni bir hegemonya kurabileceği korkusu.
Nitekim Macron liderliğindeki Fransa’nın, Avrupa’nın Amerika’dan bağımsız hale gelmesi gerektiğini sürekli dile getirmesi, bu endişeyi besleyen önemli bir faktör olarak ön plana çıkıyor.
Bu bağlamda Avrupa’nın savunma ve güvenlik konusunda daha fazla yük almasını savunan Amerika’ya en büyük desteğin Fransa’dan gelmesi hiç şaşırtıcı değil. Dolayısıyla Amerika’nın Avrupa’nın güvenliğine ilişkin değişen tavrının Paris’te beklenen tarihi fırsat şeklinde yorumlanması, buradan ileri geliyor.
Fransa’ya göre Amerika’nın bu tutum değişikliği, Avrupalılar arasında devam eden savunma çabalarını teşvik edecektir. Zaten Fransa başından beri Avrupa’nın NATO’nun kumandasına girmesine karşı çıkıyordu. Nihayetinde Fransa’nın son yıllarda sürekli dillendirdiği, “transatlantik ittifakı zayıflıyor” sözü, Paris’in bu konudaki tepkisini gözler önüne seriyor.
Paris’in Amerika ve NATO’ya duyduğu kuşku ve beslediği güvensizliğin İngiltere-ABD-Avustralya arasında imzalanan AUKUS Paktı’yla zirveye taşındığı ifade edilebilir. Bu doğrultuda Fransa’nın Hint-Pasifik bölgesine yönelik yeni bir arayış içerisine girmesi muhtemeldir. Öyle ki Fransa’nın Hindistan’la bağlarını kuvvetlendirme çabası yakından takip edildiğinde bazı ipuçları elde edilebilir.
Bir takım bulgular ve güçlü şüpheler Akdeniz’den Pasifik’e uzanan geniş bölgede Fransa’nın ikili ve bölgesel iş birlikleriyle başat bir güç olma yolunda ilerlediğine işaret ediyor. Özellikle Atina-Kahire ve Abu Dabi hattında kurduğu ilişkilere Hindistan’ı da dâhil ederek Akdeniz ve Hint-Pasifik bölgesinde caydırıcı bir kuvvet olabilme düşüncesiyle hareket ettiği söylenebilir.