10 Mart’ta Çin’in arabuluculuğunda İran ile Suudi Arabistan’ın Pekin’de el sıkışması, şüphesiz Orta Doğu adına sevindirici bir gelişme. İki ülke 2016 yılında diplomatik ilişkileri koparmıştı. Şimdi yeniden barışmaları ve bölgesel iş birliği için mutabakata varmaları ziyadesiyle memnuniyet verici.
İran ile Suudi Arabistan bölgenin önde gelen iki ülkesi. Şii-Sünni çatışmasını tetikleme ya da asgariye indirme potansiyelleri var. Orta Doğu’daki siyasi ve dini denklemde bu iki ülkenin özgül ağırlığını kimse inkâr edemez ya da yok sayamaz.
Tahran ile Riyad’ın Pekin’de el sıkışması ise başlı başına büyük bir olay. Kimsenin bunu hafife almaya cesareti el vermez. Bu durum, köklü bir değişimin başlangıcı olabilir, Orta Doğu’daki yerleşik tüm taşları yerinden oynatabilir. Zira Çin, emin adımlarla Orta Doğu’da nüfuz alanını genişletiyor. Dahası bunu yaparken çatışmayı rehber edinmiyor, bölmüyor, parçalamıyor.
ABD’nin Orta Doğu politikası büyük ölçüde, sömürgeci Avrupa’nın mirası üzerinden şekillenmiştir. Bu politikada böl, parçala ve yönet ilkesi her daim belirleyici olmuştur. Kaldı ki Orta Doğu’da bu strateji, dinden etnisiteye kadar her alanda uygulandı. Kürtler ile Araplar etnik köken üzerinden parçalanırken Araplar kendi içerisinde mezhepsel ayrıma tabi tutuldular. Elbette bu ayrımların tümü, Batı icadı değildi. Ama Batılı politikacılar, Orta Doğu’daki ayrışma noktalarını derinleştirmekten ve buralardan beslenmekten hiç çekinmediler.
O yüzden Çin’in Orta Doğu politikası ABD’nin politikalarıyla neredeyse taban tabana zıt. Pekin iş birliğinden yola çıkarken Washington çatışmadan hareket ediyor. İkisi arasındaki paradigma farklılığını anlamak, Orta Doğu’nun geleceği açısından bir hayli önemli.
Şurası çok açık ki, Orta Doğu’da barış, refah ve istikrarın yolu iş birliğinden geçer, çatışmadan değil. Nitekim tarih, bu yargıyı doğrulayan yüzlerce örnekle doludur. Orta Doğu’nun ihtiyacı olan iş birliğidir. Ancak bu yapıldığı takdirde bölgede sürdürülebilir kalkınma ve barış tesis edilebilir.
Bu işin yazıldığı kadar kolay olmadığı da malumdur. Çünkü Orta Doğu’da çatışmadan geçinen güçler veya aktörlerin de varlığını kabul etmek gerekiyor. İsrail ve ABD’nin İran ile Suudi Arabistan yakınlaşmasından ve bu yakınlaşmanın Çin aracılığıyla tesis edilmesinden rahatsızlık duyacağını cümle âlem biliyor.
Nihayetinde Pekin’de imzalanan mutabakat İsrail’in İran üzerinden yürütmeye çalıştığı stratejileri boşa çıkarma potansiyeli taşıyor. Bu normalleşme, İran’a diplomatik alan açtığı gibi onun çevrelenmesini ve yalnızlaştırılmasını da önleyecek nitelikte. Haliyle bu durum İsrail’de endişelere yol açıyor.
Sonuçta İran ile Suudi Arabistan’ın normalleşmesi ve yakın gelecekte iş birliğine yönelmeleri, bu defa İsrail’i yeniden yalnızlaştırabilir. Fakat İsrail akıllı ve iyi niyetli davranıp Filistinlilerin hakkını teslim etmekten kaçınmazsa kendisi de bu işten fazlasıyla kazançlı çıkabilir. Bu aşamada İsrail’e düşen ödev, Filistin meselesine hiç olmadığı kadar hakkaniyet çerçevesinde sarılması; genişlemeci ve yayılmacı siyasetini terk etmesidir.