Sanatkârın toprak ile ilişkisine dair çokça vurgu yaptım burada. Yerliliğin tanımını doldurma gayretindeki aceleci bir ifade değil bu.

Toprak, insanoğlu için en ciddi kaynak…

Misal, toprağın rengi bile çok şey değiştirebilir.

Çöl, kimi için olamamanın kimine göreyse olgunluğun mekânıdır…

Bağrında ormanlar besleyen toprak kiminin zenginlik kaynağı, kimininse daracık alanı…

Kırmızı topraklar vardır bir de… Turuncuya da çalar… Ruanda’da mesela… Bu toprağın mensubu (toprak, mensubiyettir) dünyanın hızına yetişemez. Gerek de yok. Yavaşlamak lazım.

Dünyayı kendine getirecek olan yol haritasının ilk adımı biraz yavaşlamak olsa gerek… 

Dedim ya, Ruanda böyle bir yer…

İHH’nın kurban organizasyonuyla gitmek nasip oldu bu Orta Afrika ülkesine… 

Ne de güzel oldu…

Teenninin insanlar üzerinde böylesine somut bir şekilde yaşadığını ilk defa gördüm. Bu sakinlik, dinginlik, olgunluk…

Yakın dönemde yaşadıkları soykırımın mutlaka etkisi vardır. Fekat sadece bununla alakalı olamaz…

Sanat ve sanatkar bağlamında baktığımda Ruanda gibi bir ülkenin, alemin en verimli merkezlerinden biri olması gerektiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Afrika ülkesi olmasına rağmen (ekvator kuşağında yer aldığı için) yeşille bezenmiş olması ve belgeselciler için eşsiz resimler sunmasından bahsetmiyorum…

İnsanlarının otantik, geleceğinin ilginç olması da değil mesele…

Olay sadece toprakta…

Bu coğrafyada toprak, ayakkabınızı ya da terliğinizi çıkarsanız bile evinize birlikte girdiğiniz yoldaşınız. Hatta yatağınızda toprak ile koyun koyuna uyursunuz. Haliyle, böylesi yerlerde toprakla ilişki insanla ilişkiyi şekillendirir. Dolayısıyla da dünyayla… Yani, sanatla… Elbette üretimle… İzah ile bir de…

Toprak, kirin değil arınmanın malzemesidir. İnsanın topraktan gelmesinin edebiyatı bu yüzden mühimdir.

O halde sanatkarın zihni, bir avuç toprakla bile şaha kalkabilir. Eksik kalmasın, kalbiyle tabi ki… Kalpsiz zihin tek başına hiçbir şey ifade etmez. Sanatkara lazım olan her ikisi…

Susuzluğun, yoksulluğun, sömürgenin en somut misalleriyle yüz yüzesiniz Ruanda’da. Kaynak var, üretim yok. Olan üretim de sömürgecilerin kalıntılarının elinde.

Ya sanat?

Bilemiyorum. Ruanda’nın sanatına dair henüz yeterli bilgi sahibi değilim.

Açık olan bir şey var ki, yoklukla yoksunluğu aynı çizgiye getirmiş bir zamanın takipçisi olan Ruandalılar, kendilerini açığa çıkaracak bir ışığı bekliyor.

Belki bütün Afrika için geçerli bu. Ancak bazı Afrikalılar için tam manasıyla manzara böyle.

İnanıyorum ki, bir gün sömürge zihniyeti ve yerli halkta bıraktığı baskılanmış ruh hali, imkanların sağlanması ve kendi keşflerinde yol açacak özgüvenin sağlamlaşmasıyla Afrika, geleceğin ilim ve sanat merkezi olacak.

O gelecek, ne zaman gelecek bilemiyorum…

Belki biz göremeyeceğiz…

Fekat gördüğüm, kokladığım, dokunduğum bu toprağın insanının ebediyyen bu halde kalması mümkün değil…

Afrika’nın rönesansı şimdiden hatırlı olsun…