Bir şeyin biteceğini, bitişe yaklaştığınızı anladığınızda üzerinize çöken o hüzün... Haziran aylarında okul biterken, eylül ayında okul açılırken yaşamıştık hani bu duygunun bir tık altını. Bir şeyler biterken yaşlanırız. Azalırız. Bazılarımız zenginleşir ama giden zaman yine de bizi biraz eksiltir. Kendimi bildim bileli uzun yürüyüşler yaparım. Spor olsun diye değil. Eskiden mecburiyetten yürürdüm; sonra sonra alışkanlık oldu. Yürüdüm. İlk kez bugün yorulduğumu fark ettim. Hatta zaman zaman durdum. 

 

Şehrin beni yorduğunu zannederdim; oysa rutinmiş yorup bırakan. Bunu da dün gece anladım. Yani şehirden köye göç falan artistik şeylermiş. Mesele hali anlayabilmekmiş.

 

Bu durumda iki şey çıktı karşıma; tükenen bir şeyler var ve rutine, hâlihazıra fena kapılmışım. 

 

Bir dostun ölümü ve eski kitaplarımı tekrar gözden geçirmek, yeni basımları için hazırlık yapmam biraz durmama neden oldu. Çokça konuştuğumuz; dünyanın dönüyor olması bizim acele etmemizi gerektirmez, gerçeğini yoğun bir şekilde hissettim. Zihin yönlendirenlere aşırı itibar ettiğimiz zamanlarda insanın zihnini koruması, hatta zihnini kendinin yönetmesi çok zor. Biliyorum. Hatta, çok zaman zihnimiz bizim, özümüzün aksine hareket ettiğinde bile dilimiz yanlışımızı savunmak için canhıraş çaba harcar. Bizim olmayan fikri canla başla savunuruz. Ne zaman ki- eğer kendimizi dizginlememişsek- bitişi hissederiz; o zaman oyuna, kendi oyunumuza geldiğimizi görürüz. 

 

Yıllar önce bir kurumda çalışırken kurumdaki üstlerimi fena halde asr-ı saadet yöneticileri, Büyük Türkiye'nin yılmaz fikir işçileri zannıyla dinlemiştim. Onca yıl John le Carre casusluk romanları okuduğumu unutmuş, Devletin İdeolojik Aygıtlarını şerh etmemiş, mesela Vedat Türkali'nin o kallavi romanı Güven'i ben tashih etmemişim gibi 'Emir, demiri keser' diye yürümüştüm güvenle; bana, yaptığım tasarrufları soracakları yerde özel hayatımı sorgulayan memurlarla. Oysa ömür bir bütündü ve siz ne kadar birikim yaparsanız yapın, bedel öderseniz ödeyin yürüdükleriniz alt tarafı memur ise, hikâye biterken anlarsınız oyuna geldiğinizi. 

 

Bu basit bir örnekti. Dışarıdakilerden daha tehlikeli olan içeridekidir. İnsanın kendine attığı kazık en pahalıya mal olanıdır. (Hiç kimseye zulmetmez Hüdası/Her kulun çektiği kendi cezası, Namık Kemal) Zira, dışarıdakiler paranıza ve müddetinize, en fazla onurunuza zarar verirler. İnsanın kendine oynadığı oyun ise ömrüne ve cesaretine mal olur. 

 

Ömür geçiyor... Bir romana dalıp gidecek kadar ehil değil bilincim. Şöyle iki rekat namaz kılarken tüm dünyayı silkip atamıyorum. Herkes kadar fukara bir hayatım var, demek isterdim ama biliyorum birçoğu ömrünü zenginleştiriyor. Fukara zihinlerin oyuncağı olup gidiyoruz güzelim âlemde. Oysa bedel ödeye ödeye borcunu kapatamayan bir Dostoyevski kahramanı gibi bocalaya bocalaya, verilmiş ömrü tırmalaya tırmalaya bitirmek üzere olduğumu düşünüyorum.

 

Atanmışlar, adanmışlar, inanmışlar ve dibine kadar yaşayanlar da bitişleri hissettiklerinde hüzünlenirler mi? 

Ben sadece şükretmek ve hayatı hissetmek istiyorum kalan vakitte.