Beni tanıyanlar az buçuk bilirler ki biz demekten korkarım. Siz, diyebileceğim bir topluluk da görmedim karşımda. Öyle ya her insan birbirinin aynı değildi, aynı milletten, aynı dinden, aynı ideolojiden, aynı topluluktan olsalar bile birbirlerini tasvip etmedikleri nice tavır, davranış ve düşünceleri var. Evet, bugün belki de ilk kez korkmadan biz, diyeceğim. İnsanlar biz, derken göğüslerini kabartır, bir yere ait olmanın güveniyle kurumlanır, cesurlaşırlar. Hiç de öyle havalara girmeyeceğim; zira biz, oyun alanını terk edenleriz. Çoğumuz birbirimizi yolda, çölde, taşrada, kıyıda bulduk. Sanki her şeyin kıyısı. Dış. İçeride olanların o dehşetengiz sesinden de kaçtık, o ses zaten bizi dışına itecek kadar iticiydi.
Bir de biz, derken Ramazan mevsiminde öldürülenleri, Ramazan mevsimi geldiğinde içine yol almak isterken dışarıdakilerin yakamızdan çekiştirdiklerini biliyorum. Böyle böyle biz oluyoruz. Zorla savaşa götürülenler, zorla iyiliğe ortak edilenler, hep başkasının yerine nöbette duranlar, başkaları için zekat, fitre, sadaka veren ama her halükarda sadakaya muhtaçmış gibi hayatı kıyısından, kenarından, başkalarının artığıymış gibi ucundan, hayata dokunmadan, yaşarmış gibi yapanlarız biz. Biz, iflah olmayız! Zira bir gülümsemeye on yıl, bir gülüşe on beş yıl, bir yalana ömrümüzü verecek kadar insanlara inanırız. Bizi biz yapan, kandırılacak kadar iyi niyetliyiz.
Biz iyi niyetliler; ne ölümün ne dirimin ne iyiliğin ne de kötülüğün çetelesini tutmayanlar…
Dünyanın tüm ırkçıları, yalancıları, güçlü ve acımasızları, medeni ama hep üstten bakanları, hiç ölmeyecekmiş gibi ahkâm kesenleriyle aynı çarşılarda yürürken ve hızla ve hazla yaşayanlara ayak uydurmaya çalışırken yakaladık kendimizi. Buraya ait değildik! Gökyüzüne baktığımızda, dağ yüceliği, okyanus derinliği, bozkır enginliği gördüğümüzde, kalabalıktan sıyrılıp insan duyarlılığını koruyanlara yaklaştığımızda ne çok aldandığımızı gördük. Biz, iflah olmuyorduk! Belki de bu yüzden bizi kandırmak, bizi öldürmek, bizi yok saymak dünyanın efendileri için çok kolay oluyor. Bize sadaka gibi kısa bir mühlet ve yanıltıcı bir hükümranlık vermek dünyanın sahipleri için sıkıntı değil.
Asıl sıkıntıma geleyim:
Hindistan adlı bir ülke var. Yıllardır oraya gitmek isterim. En çok da Allahâbâd şehrini görmek iterim. Ne muhteşem bir ismi var değil mi! Ekber Şah’ın, Babür Şah’ın, İmam-ı Rabbani’nin ayak izlerini takip etmek, Lata ve Ravi Shankar’ın kabirlerini ziyaret ederken onların şarkılarını dinlemek, vakit olursa Amir Han, Salman Han ve Şahruh Han ile selamlaşmak isterim.
Hindistan adlı bir ülke var. Belki bilmeyenler vardır; Hint ırkçılar kendilerini ari ırk olarak kabul ederler. Hani o Bağlantısız ülkelerin en büyüğü, her dem barış için haykıran, sivil itaatsizlikle özgürlüğüne kavuşan bir kıta insan. Dünyada yaşayan insanların yedisinden biri o topraklarda yaşar. Çok tanrılı inançların beşiğidir. Ve bilinenin aksine savaş inandıkları din ve mezheplerin neredeyse tamamında kutsaldır. Hani, savaş, cihat üzerinden tanımlanan neredeyse tek din İslam’dır ya; yok öyle bir şey! Şiva ya da Wişnu’ya inansalar da savaş dinlerinde mevcuttur. Indra ki en kadim ve en büyük tanrıları; savaş tanrısıdır. Hatta ineğe tapanlar yahut Gandhi’nin mezhebinde olduğu gibi keçiye inananlar da “Müslümanlarla” savaşı cihat kabul ederler.
Bıçak kemiğe dayandığı için yazıyorum: Cihat, yol kenarına tezgâh açmış iki garibanı öldüresiye döverek, teravih namazında caminin etrafına toplanıp tamtam döverek, bir Müslüman kızın üzerine yüz kişinin yürümesi ve yamyamca davranmasıyla olmaz!
Ömründe bir Müslüman görmemiş insanların sanal âlemde ahkam kestikleri, İslam’a küfredemeyince İslamcılık üzerinden salyalarını akıttıkları bir zamanda; evet, biz oruçluyuz. Bombay’da da Kaşgar’da da İstanbul’da da oruçluyuz. İftarımızı küfürle açmadık hiçbir zaman. Evet, biz oruçluyuz ama oruçta savaşların en büyüğüyle sınanırız. Kandırılırız, yok sayılırız, öldürülürüz ama kandırmayız, yok saymayız, öldürmeyiz.
Hindistan adlı bir ülke var. Her zamankinden daha çok gitmek istiyorum. Hayır, savaş için değil; dünyanın en barışçıl insanları dediler ya, onlara barışçıl olmadıklarını söylemek için. Doğu’ya doğru gittikçe insanın insana zulmünün de kabalaştığını gördüm. Bir polisin kendinden yaşlı bir şoförü sille tokat dövdüğünü Hint üst kıtasında görmüştüm. “İnsanın yüzüne vurulmaz!” demişti dedem. Belki de kavgaların birçoğundan bu yüzden yenik ayrıldım. Yüzde Hakk’ın sıfatları vardır, denildiği için en mendebur yüze bile vurmadım. Ve ırkçı Hintliler garibanların yüzlerine yüzlerine, oruçlu insanların yüzlerine yüzlerine vuruyorlar. Kâfir her yerde kâfir! Oruçluyuz, dedikçe yüzümüze yüzümüze vuruyorlar.
Bu yüzün de bir sahibi var ve bir gün siz de göreceksiniz!