Sabah bir kısa film setine gidicem (siz bu yazıyı okuduğunuzda çekimler önceki gün bitmiş olacak inşaAllah). Haftalardır hazırlanıyoruz. Benden böyle bir film istendiğinde hemen etrafıma bakarım, kiminle çalışabilirim diye… Yabancıya gitmesin, mesele bu.

Yabancıya girmeyecek olan şey yerliliğin kendisi. İnsanı bazen kendine bile yabancı kılan şey de o.

Mesele her ne olursa olsun önce etrafına bakınan insanlar lazım. Bir çeşit komşuluk hukuku… Omuz omuza, el ele, sırt sırta, dirsek dirseğe girişilen işler için gerekli olan tek şart bu. Komşusunun hakkına riayet eden adamdan kimseye zarar gelmez. Zarar ne kelime, insanlığı yaşatan hukuk bu.

Aynen öyle yaptım. Etrafıma baktım ve komşuluk hukukum gereği yapılması gerekeni hayata geçirmeye çalıştım.

Mekan bakmaya giderken de öyle yaptım. Fekatmekan bakarken yaşadıklarım yeniden insanlara inanmamı sağladı (inancım gitmişti diyemem fekat azaldığı kesindi).

Yardımını aldığım bir arkadaşımın tanıdığı Emine Abla ev ev gezdirdi bizi. Hep mi güleryüzlü olur insan? Vallahi öyleydi. Ya kapısını çaldığımız komşuları… Yüzü gülmeyen şehir insanının hayatın ne kadar uzağında kaldığını bir kez daha anladım. Ve çaldığımız son kapı… Bingöllü dedem… Hanımıyla beraber işimizi kolay etti ve çay koymadan bırakmadı. Evindeki sobada kemiklerimiz ısındı. Daha da mühimi, içimiz ısındı. İnsanlığımız ısındı. O ne mağrur ve bir o kadar da insancıl bir ev sahipliği idi.

Bahsettiğim yer İstanbul’un çok da uzağında değil. Çavuşbaşı’nın mahallelerinden biri. Şehir merkezinden 10 dakika uzaklıkta. İnsanlığın ise fersah fersah yanında…

Sabah çekime gidicem…

Kafamda kamera açıları, çekim ölçekleri, oyunculuklar ve kar yapma ihtimali var. Evet, bunların dışında 40 tilki daha dolanıyor.

Fekat ben Bingöllü amcamdan aldığımı ve hayatın neresinde bıraktığımı bilemediklerimi daha derinden düşünüyorum galiba.

Evet, oryantalist bir şehirlilik değil bizimkisi. Her zaman hâlkımın farkındayım. Ama mesele bu değil.

Şehrin içinde taşrayı ve şehri yeniden tanımlama peşinde koşan yetersizler olarak fazla yol alamadığımızı gördüm.

Ve evet, ben ne zaman hakiki bir Anadolulu ile karşılaşsam böyle oluyorum.

Bırakalım şehri köye gidelim demiyorum. Yok öyle bir hikaye (gitme hayalim olmadığı anlamına gelmesin bu). Bu şehri insanoğlu bu hale getirdi, düzeltecek olan da o. Gitmesi gereken zaten bir şekilde gider. Ancak kaçmak, ihanettir.

Şimdi ben Bingöllü dedemin evinde yapacağım çekim öncesi bütün hazırlıklarımı tamamlamış bir halde uykuya gidicem de, çekim bitikten sonra döneceğim şehri n’apıcam?

Neyse ki Ali Asaf var. Neyse ki Ali Asaf’ın annesi var. Neyse ki kitaplarım var. Neyse ki sinema var.

Ve neyse ki, beş dakika önce tanıştığı insanlara “yazın gelin burda beraber piknik yapalım” diyen Bingöllü dedem ve komşuları var…