Bir entelektüel tartışması başladı yine. Bu konunun ortaya çıkış takvimi var ve bu takvime göre düzenli olarak entelektüel tartışması açılıyor. Dün böyleymiş, bugün de böyle, Allah korusun ama galiba yarın da böyle olacak.

Gerçek dertlerden yorulan kamuoyu bir tür zihinsel tatil için entelektüel tartışması açıyor kendine. Düğmeye basan biri olduğunu, planlı bir şey olduğunu düşünmüyorum, inanması güç ama bence bu kendiliğinden oluyor. Bir tür dinlendirici etkisi olan malayani olarak kabul edilebilir.

Bilgi nedir, hangi yol ve yöntemle elde edilir, nasıl amel edilir ve sonrasında sırasıyla, bilgi, bilgiden kültür ve medeniyet seyri nedir? Bu soruya verecek cevabımız yoksa doğal olarak başkasının verdiği bir cevabı alıyoruz, aldığımız cevabı meselemizin temeli yapıyoruz, sonra insan bilgi ilişkisinde acıklı bir hata yapıp “entelektüel” denilen tuhaflığı iyi bir şey zannediyoruz. Üstelik bu Ortaçağ ucubeliğini kendimize hedef belliyoruz.

Bir Müslüman’ın; “Bilgi nedir” sorusuna verdiği cevapla, bir Batılı’nın verdiği cevap başından sonuna bütün zerrelerine kadar zıttır ve dahi mücadele halindedir.

Müslümanlar’a göre; bilginin iki kaynağı ve üç çeşidi var. Bilgi ya vahiy temellidir ya tecrübe. Çeşit olarak da; “Bilgi İlmelyakîn, Aynelyakîn ve Hakkelyakîn” olarak da üç çeşittir. Müslüman, bilgi konusunu burada kapatır ve evreni bu temelden tanımlar. Batı sadece tecrübe kaynağını kabul ederek, var olmaya çalıştığı evrende vahiy temelli bilgiyle çeliştiği ve çatıştığı için dayanılmaz bir stresle yükleniyor. Batı bu çelişki ve çatışma stresinden kurtulmak için entelektüel diye adlandırdıkları sakinleştirici sağlama noktalarına mecburdurlar. Benim hiç böyle bir ihtiyacım yok. Adamın öyle bir derdi var, kendi derdine çare arıyor. Bunu yadırgamamalıyız. Büyük çelişkileri olan bir kültürde debelenen toplumlar mecburen aralarından entelektüel üretmek zorundalar. Bu anlaşılabilir, insani bir telaş. Örneğin ölmeyi bilmemek gibi dertleri var çoğunun. Moleküler düzeyde parçalanıp toprağa karışacağını ve yok olacağını zanneden adamın derdini anlamaya çalışmak lazım.

Ahireti kabul etmeyen bir kültür, zombi olarak geri dönüyor, vampir olarak ölümsüz oluyor, kuyulardan su içip ölümsüz oluyor, bıçak altına yatıp gençleşiyor, kendini donduruyor, zihin nakli yapıyor, reenkarnasyon yapıyor… Ne büyük bir azap! Bir türlü ölemiyorlar. Bu adam kendine entelektüel uydurup bu çelişkili halde zihnini rahat ettireceği bir evren tanımı uydurmak zorunda kalıyor. Bana entelektüel lazım değil ama münevver lazım.

Ya da şöyle düşünün, din bildikleri engizisyon zırvasına itiraz eden aydınlar çıkmış. Ne güzel, ben o aydınları destekliyorum itiraz etmekte haklılar. Aydın diye isim vermekte de haklılar, çünkü gerçekten bir karanlık çağları var. İnsanları deri rengine göre yakan, Tanrı adına işkence yapan bir kültürden söz ediyoruz. Aydınlanma ihtiyacına mecburlar yani. Batı “Pis zenci” diye insanları yakarken benim siyahi amirlerim, kadılarım varmış. Şimdi ben ve bu coğrafya,ne yapsın aydını ama bize arif lazım.

İbni Hevkal’den, Harezmî’den, Gazali’den haberi olmayan bir adam ne bilsin “bilgi” nedir, mecburen Kant’ı ezber edecek. Kant’ı ezber edince de bana gelip sen “Hiç entelektüel değilsin” diyecek. Hamdolsun bir entelektüel malayanisine ihtiyaç duyacak kadar çelişemedik hiç hakikatle. Evren tarifimiz yerli yerinde ve kafamız karışık olmadığı için toplumu sakinleştiren entelektüel istasyonlarına ihtiyacımız yok. Zihinler dinlenince entelektüel tartışmaları biter inşallah, ciddiye almamak lazım.

İlmelyakîn, Aynelyakîn ve Hakkelyakîn…