Ne kadar yozlaştırılmaya çalışılsa da derinden akan bir Türk-İslam kültürüyle yaşıyoruz. Bu tıpkı içine çektiğimiz hava gibi görünmeyen ama her zaman orada duran, çepeçevre bizi kuşatıp varlığımızı idame ettiren temel hakikattir. Bu görünmezlik zamanla içinde yaşadığımız bu derin hakikati fark etmemizi zorlaştırabiliyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında dipçik zoruyla yapılmak istenen “kültürleştirme” faaliyeti de bir nevi değerlerimizi unutturma amacına dönüşerek bu süreci tetiklemiştir.
İçinde yaşadığımız kültürün değerini ilk fark edenler uzun süreli yurt dışına çıkan insanlarımız olmuştur. Batının yozlaşmış, ahlaki değerlerini, insaniyetini yitirmiş maddi medeniyetini gören bu insanlarımız Türkiye’de yaşadıkları kültürlerinin ne denli insani ve ahlaki bir hassasiyete sahip olduğunu fark etmişlerdir. Beş vakit ezana, ramazan davuluna, mahalle çeşmelerinden içtikleri buz gibi sulara, bayramlardaki ziyaretlere, komşu ilişkilerine, mevlitlere, göreneklerine hâsılı o zaman farkına varamadıkları kültürlerine sıkı sıkıya sarılmışlardır. Gurbetçilerimizin bu konularda ana vatandaki her hangi bir vatandaşımızdan daha hassas olmalarını bu farkındalığa bağlayabiliriz. Memlekete döndükleri gün minarelerden ezan sesini duyduklarında gözyaşı döken gurbetçilerimizi anlamak için bu tecrübeyi yaşamamız gerekmiyor. Bunun belki en güzel örneği büyük şairimiz Yahya Kemal’in yaşadıklarıdır. Yaklaşık 12 sene Paris’te yaşayan, o vakte kadar bir kez bile camiye yolu düşmemiş bir kişilik olan Yahya Kemal İstanbul’a döndükten hemen sonra Eyüp, Koca Mustafa Paşa, Fatih, Beyazıt gibi semtlerdeki türbe ve camileri ziyaret ederek yaşayan İslam’ı iliklerine kadar çekmiştir. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” isimli anıt şiirini de bizzat yaşadığı o iklimin tesiriyle kaleme almıştır. Ziya Paşa’nın aksine Yahya Kemal Avrupa’nın binalarına, sokaklarına, makinelerine hayran olmaktan ziyade öz kültürünün batı karşısındaki tartışılmaz üstünlüğünü kavramış ve bir ömür bunun müdafaasını yapmıştır.
Kültürümüzün temelini İslam’ın tevhid inancı ve Peygamber sevgisi oluşturur. Tarihimiz ve coğrafyamız da bu kültürün tamamlayıcısıdır. Türkçemiz ise bu derin kültüre göre şekillenmiş bir mana dilidir. Dilin aracı olduğu aile, eğitim ve medya ise kültürün aktarıcılarıdır. Bir maddi uygarlık olan batı medeniyetinin aksine İslam medeniyeti “mana” ile tevarüs etmiştir. Fransız tarihçi Braudel, Batı medeniyetini “Maddi Uygarlık” olarak tanımlamış; kapitalizmin, ekonominin, kazancın ve pragmatizmin şekillendirdiği bir medeniyet olduğunu vurgulamıştır. Batı medeniyetinin çöküşü de Rönesans ile birlikte mana yerine maddeyi koymuş olmasındandır. Bu tespiti Spengler ve Toynbee başta olmak üzere yüzlerce Batılı düşünürün kitaplarında görebilirsiniz. Bu görüşlere göre batı 19. yüzyıldan bu yana çöküş dönemindedir. Maddi gelişim veya kalkınma bu çöküşü perdelese de batı medeniyeti tüm değerlerini yitirdiği için yıkılmaya mahkûmdur. Onlarda eksik olan mana bizde vardır. Oysa biz batının özlemle aradığı o “mana”yı terk etmeye ve körü körüne maddi medeniyet kisvesini zorla giymeye mahkûm edilmişiz. Şerif Mardin bu konuda “İdeolojinin saygınlığı kültür mekanizmasının esaslarına dayalı olarak gelişir” diyerek yaşayan kültüre zıt bir tutum içerisindeki hiçbir ideolojinin başarı sağlayamayacağını vurgulamıştır. Tüm bu zorlamalara rağmen kültürünü ve değerlerini yaşatan milletimiz törpülenen kültürel değerlerini de en kısa zamanda ihya ederek tam anlamıyla özüne dönmek durumundadır. Nitekim kültürü değişen bir toplumun dili, düşüncesi, töresi, göreneği de değişir. Binlerce yıllık geleneği bulunan Çin’in batılı bir ideoloji olan Komünizm eliyle sömürgeleştirilmesi bunun trajik bir örneğidir. Çin bugün itibariyle kapitalist batının üretim üssü haline gelmiş, Çin milleti de kendi geçmişini tanımayan batı taklidi kapitalist bir topluma dönüşmüştür. Hint toplumunun “Bollywood” denilen sinema sektörüyle dönüştürülmesi de diğer bir trajik örnektir.
Kültürümüz maddeyi mananın emrinde telakki eden bir denge üzerine kurulmuştur. Geçmişte topraklarımızı işgal eden sömürgeci batı şimdilerde kültürel işgal ile öz benliğimizi bozmak yoluyla zihinlerimizi işgal etmektedir. Bu durum bir sınır ihlali mesabesinde değerlendirilmeli ve tıpkı İstiklal Harbinde olduğu gibi dış güçlerin bu saldırıları milli direniş ruhuyla bertaraf edilmelidir. Bu ise en üst düzeyde devlet eliyle, milletimizin öz kültürüyle donatılması, yabancı etkilerin sınırlandırılması ve yeni nesillerin şuurlandırılması yoluyla başarılabilir. İnancı, değerleri, ilmi, edebiyatı, lisanı olan bir millet yok olmaz. Bu değerleri yitirmeye başlamışsak yok oluş da başlamış demektir. Şunu unutmayalım ki yeni nesillerin kültürünü unutması her şehrimize atom bombası atılmasından daha tehlikelidir. Bu bilinçle hareket ederek kültürel zenginliğimizi “mana”sıyla birlikte yaşatmanın yollarını aramak zorundayız.