Dünyada nüfus dağılımı kırsaldan kentlere doğru akmaya devam ediyor. Şu anda kentlerde yaşayanların oranı yüzde 51’nin üzerinde. Bu denge her geçen gün şehir lehine değişiyor. Yoksulluk, savaşlar göçlerin başlıca sebeplerinden. Kırsal bölgelerde yaşamanın zorlukları ile şehirlerde yaşanın zorluklarını mukayese ettiğimizde farklı tablolarla karşı karşıya kalıyoruz. Bu durumu iyi tanımlayan güzel bir darbımeselimiz var: Köy evliyalığı, şehir evliyalığı diye…

Şehirde yaşamanın kırsaldan daha kolay olmadığı bilinmesine rağmen yine de kırsal bölgelerde yaşayanlar hızlı bir şekilde büyük şehirlere göç ediyorlar. Göçün yavaş olduğu zamanlarda şehir kültürü köyden, kasabadan gelenleri kısa sürede kendine adapte ediyor, deyim yerindeyse onları ehlileştiriyor, medenileştiriyordu. O nedenle şehirlerin iç dengeleri yaşama kalitesi ve kültürü cazibesini koruyordu.

Küçük kentlerde hâlâ bu durum geçerliliğini nispeten korurken büyük şehirlere kitlesel göçler onların kimliklerini korumalarını zorlaştırmıştır. Dünyanın her yerinde devasa kentler kimliksiz,  kontrolsüz, yaşaması gerçekten zor yerler haline geldi. Mega kentlerde sosyolojik, psikolojik problemler baş göstermektedir. Bir arada yaşama kültürü yok olurken insanların güvenlik duyguları da zayıflamaktadır.  Büyük şehirlerde insan bütün kalabalıklara rağmen yalnız, kimsesiz ve çaresizdir. Şehirde çaresiz kalmak gerçekten zordur hele de göçmenler için…

Kırsalda hala insanlar arasında dayanışma, yardımlaşma duyguları devam ederken, bir arada yaşamanın vermiş olduğu tanışıklık, komşuluk, akrabalık ilişkileri zor zamanda işe yaramaktadır. Dar alanda, bir arada yaşamanın baskıcı bir tarafı olduğu gibi koruyucu tarafı da vardır. Ama yine de kitleler halinde insanlar köyleri, kasabaları boşaltarak şehirlere yerleşmekteler. İmkânı olmayanlar şehrin varoşlarında köydeki, kasabalardaki hayatlarından kötü şartlarda yaşamaktadırlar. Şehrin merkezinde yaşayanlarla ilişki kurmadan köyünü kente taşımaktadırlar. Ne kent köyleşmekte ne de köylü kentleşmekte iki arada bir derede zor bir hayat “Şehirde yaşıyoruz” eziyetiyle devam ediyor.

Şehrin varoşlarındakiler iki arada bir derede tanımsız bir hayat sürerken merkezdekiler de betona ve teknolojiye mahkûm ayrı bir dengesizliği yaşamaktadırlar. Binaların boyu yükseldikçe insan küçülmekte adeta kaybolmaktadır. Yalnızlığını gidermek için İstanbul’da İstiklal caddesine çıkanları uzun zaman gözetleme imkânım oldu. İstiklal Caddesi büyük şehirlerde yaşayanların halet-i ruhiyesini anlamak açısından iyi bir örnek çünkü dünyanın büyükşehirlerde benzerleri var. Caddede dolaşan kalabalıkların davranışları üç aşağı beş yukarı aynı. Taksimden ya da Tünelden caddeye hızlı bir giriş yapılır, hızlı adımlarla bir hedefe koşar gibi yürünür sonra tekrar geri dönülür ve hızlı adımlarla diğer tarafa yürünür. Cadde kalabalık ve uğultuludur ancak insanların en yalnız olduğu ya da yalnız hissettiği yer burasıdır.

Köydekiler şehre kaçarken şehirdekilerin de arada bir köye ve dağa dönmelerinde, şehre veda etmelerinde fayda var. İnsanın yaratılışının gereği toprağa dönmesi, ufku görmesi, kâinatın renklerini, desenlerini görerek tefekkür etmesi hayatımızı daha anlamlı kılacaktır.