Ötekileştirici ötekinin dünyası
Anglosakson geleneğe tabi ülke insanları ve Avrupalı zihin ikirciklidir. İnsanı, insan görme hususunda bile kafası net değildir. Tarih boyunca insanları inançları, etnik kökenleri, ait oldukları coğrafya, derisinin renkleri üzerinden değerlendirmiştir. Batı adamı insanın insan olarak eşit insanî talepleriyle ikinci dünya savaşından sonra karşılaştı. Kıta Avrupa’sında kadın haklarının ortaya çıkışına da bu savaş zemin hazırlamıştır. Çünkü ikinci dünya savaşı yıllarına kadar Batıda kadın da ‘eşit insan’ değildir.
Afrika'dan getirilerek ticari bir ürün gibi alınıp satılan kara derili insanlar, belli haklar kazandıktan ve ABD'de kölelik sonlandırıldıktan sonra bile beyaz derililerle aynı mekanları, araçları, otelleri kullanma haklarından mahrum bırakılmış; kendilerine uygun görülen alanlarda ve bölgelerde yaşama zorunluluğu getirilmiştir. Sağlık, eğitim, iş ve toplu taşıma araçlarının kullanımı konusunda insanlık dışı ayrımcılığa tabi tutulan siyahi Amerikalıların kendilerini 'insan olarak kabul ettirme' mücadelesi bile tek başına Batı adamının insana bakışını anlamamızı sağlayabilir. Bir otobüste koltuğunu bir beyaza vermeyen Rosa Parks'ın tutuklanması, Muhammet Ali’nın olimpiyatlarda tanık olduğu insanların tüm mekânları birlikte kullanmalarının şaşkınlığı, Amerika’ya döndükten sonra olimpiyat forması ve madalyası ile bir kahve içmek için girdiği mekândan kovulması üzerine ABD’ne aidiyetini sorgulaması onu yeni arayışlara yöneltmiş Malcolm X’le tanışarak Müslüman Zenci Hareketi’nin bir üyesi yapmıştır. Zenci hareketinde “I have a dream!” söylemiyle hafızalara kazınan Martin Luther King’in efsanevi mücadelesini hatırlatmak da insanî duyarlılığının gereğidir.
İkinci dünya paylaşım savaşından sonra başlayan insan hakları ve eşitlik mücadelesi, zencilerin “artık yeter” demeleri üzerine Amerikalı beyaz adamın insan görüşünü ve insana bakışını tersyüz etti. Dünyada farkına varılan yeni insan ve insanlık anlayış ve kavrayışı, egemen ve emperyalist güç merkezlerini tedirgin etse de bu yeni var oluşun dışına çıkmalarına imkân vermiyordu. İnsan özgür ve eşit olmanın gereğine inanmıştı. Yeni özgürlük ve hak arayışında hedef büyüten mazlum ve mağdur insanlarla tüm hakların biricik sağlayıcısı olarak kendilerini konumlandıranlar arasında başlayan gizli açık savaş devam ediyor. Bu savaşın bilinen en önemli kayıplarından biri de daha özgürlükçü bir dünyanın gereğine inandığı kabul edilen Amerikan Başkanı Kennedy’dir.
1960’lı yıllarda Avrupa'da gençliğin başkaldırısı benzer insan hakları problemlerinin evrensel sancılarıdır. Mücadele, sorumluluk taleplerini insani eksenli tanımlayamasa da tutuşturduğu anarşizm ateşiyle ses getirmiş; ancak uyuşturucu ve sosyalizm romantizmi kıskacında heba edilmiştir. Dönemin komünizm ile yönetilen demir perde ülkelerinde Avrupa ve Amerika'daki uyanışın izlerinin görülmemesi oralarda insan ve insanî sorunlarının olmamasından kaynaklanmıyor. İnsanın, kadının, gençliğin çok daha derin sorunlarla mücadele ettiğini ancak rejimin sertliği ve yöneticilerin demir yumruğu, Sibirya’ya sürülme korkusu ile Gulak Takımadaları’nda çalışma kamplarına gönderilme endişesi bütün enerjilerini söndürmelerine sebep oluyordu. Sovyet dönemi Rusya'sının kontrolündeki demir perde ülkelerinde insanların maruz kaldığı baskılar sonucu yaşanan dramlar insanlığın yürek burkuntuları ve göz yaşıyla yazılmış kanlı ve korkunç tarihidir. Macaristan ve Çekoslovakya’da yaşananlar hatıralardadır. Prag’da o yılların gençlerinden dinlediğim hikâyeler ve gördüğüm fotoğraf albümleri bugünün Ukrayna’sından yansıyan yıkımlardan daha masum değildi. Sovyetler döneminde Türkistan, Azerbaycan ve Kafkasya’da Müslümanların ve Türkçe konuşan kardeşlerimizin maruz kaldıkları çileleri hatırlayanlarımız da çoğunluktadır. Sovyet Rusya zalimler rejiminin yirminci yüzyılda sebep olduğu insan hakları problemleri birkaç cilt eser yazmayı gerektirir. Sovyetlerin kontrolündeki kolhozlardan, nükleer santrallerden, emsali olmayan ağır sanayi makineleri üreten fabrikalardan insanı ve insanlığı anlatan zafer, neşe ve mutlu insanların şarkıları yükselmiyordu. İnsanlıktan bir his uyandıran duygular sükûtun sesinde kayboluyordu. Sesi yükselten Macaristan ve Prag’da da tank paletlerinden sızan kanlarla yazılan ağıtlara dönüşüyordu.