Roma hamamından doğan şehir: Roman Bath

Avrupa haritasına baktığımız zaman kıtanın üstünde Atlas Okyanusu’nun içinde koşmaya hazır tavşan gibi duran yerin adı İngiltere. Biz İngiltere diyoruz; ancak bu isim Büyük Britanya veya Birleşik Krallık’ın bir kısmını ifade ediyor. Birleşik Krallık dört parçadan oluşuyor: İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda. Tabii bu ayrımın çok da farkında olduğumuz söylenemez. Ben yine her zaman söylediğimiz gibi İngiltere demeye devam edeceğim. Emperyal devletler içinde büyüklük ifade eden kavramlarla kendilerini adlandırırlar. İngiltere 1950’li yıllara kadar dünyanın en büyük emperyal gücü idi. Dünyanın birçok bölgesinde sömürgeleri vardı. 1950’li yıllardan sonra adına Birleşik Krallık dese de 60 milyon nüfusuyla bir ada devleti olarak varlığını sürdürüyor.

Dünyanın 20. Yüzyıl’da şekillenmesi büyük oranda İngilizlerin eliyle oldu. Bu durum bizi de yakından ilgilendirir. Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra bu coğrafyada cetvelle çizilmiş sınırlara sahip onlarca devlet, İngilizlerin eseridir. Bu durum sebebiyle birçok sorunun kaynağında İngilizler vardır. Bu nedenle yakın tarihe dair konuşmalarda ve makalelerde adı sıkça anılır.

EĞİTİM EKONOMİSİ

İngiltere’nin ekonomisine en büyük katkıyı sağlayan sektörlerin başında eğitim geliyor. Oxford, Cambridge gibi üniversitelerde farklı branşlarda eğitim almanın yanı sıra bugün artık dünya dili olarak adlandırılan İngilizcenin de anavatanı İngiltere’dir. “En iyi dil o dilin anavatanında öğrenilir” yaklaşımıyla yüz binlerce insan İngilizce öğrenmek için bu ülkeye geliyor. Ben de bu yaklaşımdan nasibimi aldım. Lise ve üniversitede öğretilmeye çalışılan Fransızcanın işe yaramayacağını düşünerek İngilizce öğrenmeye karar verdim. Kesintili kurs programlarından sonra şöyle bir kendimi İngiltere’de test edeyim istedim. Bu dili ne kadar öğrenmişim diye, birazcık pratik yapma amacıyla İngiltere’ye kısa süreliğine gitmeye karar verdim. Çeşitli tavsiyelerden sonra İstanbul’un gürültüsünden bıkmış birisi olarak Londra’da aynı keşmekeşi yaşamayayım diye sakin ve güzel şehir Bath’ı tercih ettim.

Karar vermek kolay, ancak vize almak çok sayıda işlemi gerektiriyor. Uzun süren işlemlerden sonra nihayet vizeyi alıyorum. Bath şehrinde bir dil okuluna kaydımı yaptırıyorum. Okul bana konaklayacağım bir pansiyon ev ayarlıyor. Heathrow Havaalanına inince başka bir âleme girdiğimi fark ediyorum. Dünyanın her yerinden her renkten insan vize kuyruğunda bekliyor. Özellikle siyah giyimli başörtülü memurlar dikkatimi çekiyor. İçimden “İngiltere’de kamusal alan yok galiba” diye geçiriyorum. Hizmet alanlar içinde de, verenler içinde de başörtülüler var. Başörtüsü düşmanlarına ithaf olunur! Türkiye’de başörtüsüne karşı mücadele eden tanıdık bir simayla karşılaşmayı çok istedim. Meselâ başörtülü görevlinin önünde vize işlemlerini yaptırırken bekleyen eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz veya o zamanın İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı CHP milletvekilli Nur Serter. Memuru gören laikçiler “Biz gerici bir ülkeye giremeyiz, hemen geri dönüyoruz” derler miydi acaba?

ROMAN BATH

Vize işlemleri bittikten sonra beni bekleyen mihmandarla yola çıkıyoruz. Yağmurlu bir havada yeşilin egemen olduğu coğrafyada yaklaşık 2 saat süren bir yolculukla Bath şehrine varıyorum. Çok derin olmayan bir vadiye kurulmuş şehre yeşil ve beyaz renk hâkim. Şehre yüksek bir tepeden giriyoruz. Yaklaşık 80 bin nüfuslu şehir önümde maket gibi duruyor. Burası UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş bir yer. Her yer taştan yapılmış köşk tipi evlerle dolu. Yine böyle bir evin önünde duruyoruz. Bu evden bozma pansiyon otelin işletmecisi beni karşılıyor. Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra pansiyon görevlisi benim gibi yeni gelmiş bir iki arkadaşı daha alarak kısa bir şehir turu yaptırıyor. Bize yolları tarif ediyor. Ders göreceğimiz okulu gösteriyor. Şehir küçük olunca mesafeler de kısa oluyor. Görevli bize toplu taşım araçlarıyla gidip gelmemizi tavsiye ediyor. İstanbul’da arabadan ve trafikten bıkmış benim için bu mesafeler ideal yürüme mekânları olarak gözüküyor. Çünkü yol boyunca çok büyük ve güzel bir park var. Parkın üst tarafında hilâl şeklinde belki de uzunluğu 500 metreyi bulan tarihî bir bina var. Buranın adı Royal Crescent.

Bath’ın bazı önemli noktalarını dolaşıyoruz. Her yerde iki veya üç katlı taştan yapılmış evler. İstanbul’daki tahribatı düşününce buradaki korumanın önemini daha çok kavrıyorum. Tabii ki burası küçük bir şehir, İstanbul’la mukayese edilemez. Ancak gerçekten çok güzel korumuşlar. Küçük bir vadinin ortasına ve Avon Nehri’nin kenarına kurulmuş Bath görülmeye değer.

Ertesi sabah pansiyondan erkenden çıkıyorum. Kendime belirlediğim güzergâhı yarım saatte giderim diye hesap ediyorum. Sabahın erken saatinde fazla kimselerin olmadığı parktan yürüyerek okula varıyorum. Dünyanın her yerinden ve her yaştan öğrenci var. Beni en çok sadece vakit geçirmek üzere gelen gençler korkutuyor. Onlarla aynı sınıfta olmak istemiyorum. Orada tanıştığım İspanyol ve Dubaili iki pilotla seviyelerimiz bir olduğu için aynı sınıfa düşüyoruz. Bu seviye bana biraz yüksek geliyor; ancak olsun, zor oyunu bozar diyerek devam ediyorum. Öğleden sonraları ise özel ders alıyorum.

Pansiyonda sabah kahvaltı, akşam yemek oluyor. Ancak ben yemek yememekte kararlıyım. Tost ve süte devam ediyorum. Bir müddet sonra yavaş yavaş kiloların tüydüğüne şahit oluyorum. Derslerden sonra şehri keşfe çıkıyorum. İlk görülmesi gereken yer şehre de adını veren Roma Hamamı. İngilizcede Bath hamam demek. Hamamın olduğu yer müze olarak düzenlenmiş. Hamamın kendisine ulaşmak için müzenin içinde epeyce dolaşmanız gerek. Bu da İngilizlerin sunum başarısı. Bizim müzelerde eserler üst üste kümeler halinde durur. Sonunda hamama varıyoruz. Nedense kafamda daha büyük bir mekânla karşılaşacakmışım beklentisi varken küçük bir hamam havuzuyla karşılaşıyorum. Çıkışta Abbey Kilisesi’ni de görmek için içeri giriyorum. Girişte papaz kıyafetli bir adam broşür veriyor. “Türkçe yok mu?” diye soruyorum. Bana “Siz İngilizcesinden çevirin, gönderin, onu da dağıtalım” diye teklifte bulunuyor.

Avon Nehri’nin iki kenarında küçük parklar var. Hava genelde ılık. Biraz sıcak olunca herkes parklara hücum ediyor. Ben de bir banka oturuyorum ve etrafı gözetliyorum. Nehirdeki teknelerden birisine binerek nehir turu yapıyorum. Nehrin etrafı tarihî taş binalarla dolu. Teknelerin hareket noktasında tarihî bir köprü var. Adı Pulteney Köprüsü.

Genelde hava kararınca pansiyona dönüyorum. Yolumun üzerinde tarihî bir mezarlık var. Orada da fotoğraf çekmek istiyorum, ancak cesaret edip giremiyorum. Pansiyona vardığımda birkaç kişinin yemek yediğini görüyorum. Biraz konuşayım diye onlara takılıyorum. Pansiyon sahibesi kendisinin Macar asıllı olduğunu söylüyor. Genelde tamirci bulmakta zorlandıklarını söylüyor. “Bu ülke çalışmıyor, üretmiyor bu gidişle batar” diyor.

Her gün kendime küçük programlar yapıyorum. Otobüsle şehir turu yapacağım. Otobüs küçük tepeli yeşillikler arasındaki mahalleleri geçerek Bath Üniversitesi’ne geliyor. Eğitim nasıl bilmiyorum, ama kampüs çok güzel görünüyor. Nehrin kenarında galeri tarzında iki modern sanatlar müzesini dolaşıyorum. Pansiyona dönüyorum, yemekhanede birileri varsa biraz takılayım istiyorum. Bugün kimseler yok; sadece yaşlı bir amca bulaşık yıkıyor. Selâm veriyorum. Beni çağırıyor. İşi bitince sohbet ediyoruz. Kendisinin işletmecinin eşi olduğunu, bugün kendisi gelemediği için yemek yapma görevini üstlendiğini söylüyor. Türklerin çok kibar insanlar olduğunu anlatıyor. Dünyanın birçok şehrini gördüğünü, İstanbul’a da gelmek istediğini ifade ediyor. Lâf lâfı açıyor. Elimdeki makineyi görünce kendisinin de fotoğraf çektiğini söyleyerek teknik konulara giriyor. Fotoğraf dersi almış birisi olarak zorlanıyorum. Adamın sadece işletmecinin kocası olmadığını anlıyorum. Ne iş yaptığını soruyorum. Emekli profesör olduğunu söylüyor. Hayretim artıyor: Biraz önce bulaşık yıkayan adam sanattan anlayan bir profesör! Ayrıca İngiltere Hidrokültür Derneği Başkanı olduğunu, botanik alanında dünyanın farklı yerlerinde projeler yaptığını anlatıyor. Sohbet gittikçe uzuyor; birçok şey hakkında konuşuyoruz. Saat ilerleyince izin isteyip odama geçiyorum.