Toplumları ya da milletleri kendi geleneğinden koparanlar, onlara “icat” ettikleri yeni bir tarih sunarlar; ama sundukları bu tarih, tamamen kendi amaçlarına hizmet ettirilmek istenen bir “tarih”tir…
Köklülük her toplum için önemlidir… Fakat icatçılar için çok daha önemlidir…
Zira “türedi”lik hamasiliği, aşırı duygusallıkla gelen mobilizasyonu desteklemez…
Batı için özellikle on dokuzuncu yüzyıl, “icat edilmiş gelenek”lerin altın çağıdır…
Geleneği icat edenler, sanki tarihle süreklilik içerisindeymiş gibi bir ustalıkla bunu yapıyorlar…
İngiltere için çok geleneksel gibi duran pek çok ritüel ya da mimari yapının bu kabilden olduğunu ifade etmek mümkündür; Batılı önemli tarihçileri referans alarak…
Kırmızı tuğlalı üniversitelerin ya da Barok usulü yapılmış yeni ve heybetli binaların, zihinlerde uyandırdığı kadar eskilere gitmediğini iyi biliyoruz…
Hâkeza İngiliz kraliyet seremonileri de aynı kabildendir…
Fransa açısından bakıldığında da çok fazlaca “köklü”ymüş gibi duran ama hiç köklü olmayan pek çok bina ve ritüel vardır… Oluşturulan süreklilikler uydurma ve yapaydır…
Bu uydurma süreklilikleri etkin kılan en önemli şey ise izleri kolayca sürülemeyecek bir zeminde yapılmasıdır…
Tarihi kaynaklara ulaşma konusunda sıkıntı yaşayan veya akademik usullere hâkim olmayan geniş kitleleri inandırma konusunda hiç zorlanmayan bu icatçılar, icatlarına kutsal bir boyut kazandırma konusunda da son derece mahirdirler…
Uydurma mitolojilerle birçok yeni yetmeyi, tarihin antik çağlarıyla akraba kılma konusunda ciddi benzerlikler vardır, icatçılar arasında…
Kimileri Roma İmparatoru’nun varisidir ya da ta antik Mısır’a dayanırlar…
Bizim icat edilmiş geleneklerimizin de bir antik çağı var elbette… Türk Tarih Kurumu’nun ilk kurulduğu dönemlerdeki çalışmalara, hatta ders kitabı olarak hazırlanmış dört ciltlik ilk “İnkılap Tarihi”ne baktığınızda, icadın ne demek olduğunu çok net olarak görebilirsiniz…
Gerçek sürekliliklerin yerine uydurma süreklilikler ikame edilerek icadın mistifikasyonunun nasıl sağlandığını da çok net olarak görebilirsiniz…
İcadın bu altın çağda Selçuklu ve Osmanlı mirasının tamamen yok sayıldığı yepyeni bir tarih icat edildi…
Yaşı Cumhuriyetimizden çok daha fazla olan kurumlarımız hatta bayrağımız bile bu icatçılıktan nasibini aldı; adlarına yazılan yeni hikâyelerle…
İslâm’ı hatırlatan Osmanlı ve Selçuklu dışında kimler yoktuk ki bu icadın içinde; Etilerden Sümerlere, hatta Ergenekon’dan bizi çıkaran kurt efsanelerine…
Hulasa bugün bu icatların karmakarışık ettiği bir tarihsel hafızaya sahibiz…
Neyin “gerçek yeni” ya da neyin “gerçek eski” olduğu konusunda hiçbir toplumun hafızası berrak değil…
Geçmişte gerçekte nelerin yaşandığına en çok yaklaşabilenler, hafızası en az iğdiş edilenlerdir sanırım; tabi böyle bir toplum varsa…
Bugünü çok daha farklı kılan bir güç birliği var maalesef; icatçılar için…
O da “gelenek katili” hızın icatçılara açtığı ham “arazi”lerdir…
Benzetme yerindeyse artık istedikleri kadar icadı ekip biçebiliyorlar; kök salmasına fırsat vermeden…