Artık hiçbir şeyi olağan dışı göremeyen, göremediği için de hiçbir şey ya da durum karşısında hayrete ya da hayranlığa düşmeyen hissiyatsız bir toplum modeli çıktı ortaya…
Tasavvuf ehli için “hayret” çok daha farklı manalara tekabül ediyor; “marifet”in karşılığı olarak…
Mârifet: “Tanınan, ama tanıtılamayan bir bilgi, bir duygu ve bir aydınlanma hali” olarak tarif edilmiş…
“İlim tümel ve genel nitelikteki bilgileri, mârifet tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder” diyor İslâm Ansiklopedisi…
Yani ilmin karşıtı cehil, mârifetin karşıtı inkârdır…
Ma‘rifetü’n-nefs kişinin kendini bilmesi, mârifetullah ise Allah’ı bilmesidir…
Kendini bilemeyen Allah’ı da bilemez…
Aslında kişinin kendini bilmesi demek, acziyetinin farkına varması demektir…
İnsanın Allah’a bu dünyadan götürebileceği tek şey Rabbi karşısındaki acizliğidir; zira her türlü eksiklikten müstağni olan bir yaratıcının, kulu tarafından tamamlanacak hiçbir şeyi olamaz…
İşte tam da bu noktada ifade edilmesi gereken şey kula dair “hayret”tir…
Allah’ın azameti karşısında insana yakışan en büyük mertebenin “hayret makamı” olmasının sebebi -marifete ulaşması- bu eksikliğin ayırdına varmasıdır…
Bâyezîd-i Bistâmî de bu vesileyle: “Mârifetin hakikatine dair olan bilgi hayrettir” der…
İster seküler dünyanın modern kavramıyla “şok” olmamak ya da şaşırmamak deyin, ister bunlardan daha derin anlamı olan “hayret”sizlik deyin, geldiğimiz noktada her şeyi sıradanlaştırmış bir dünya ile karşı karşıyayız…
Modern insan, elde ettiği imkânlar ve refah seviyesiyle -hâşa- yaratıcıya karşı bir ihtiyaçsızlık densizliği içerisindedir; zatına atfettiği “var edici yüce”lik safsatasıyla…
Zira insanın Rabbi karşısındaki eksikliği sebebiyle, ne denli bir ihtiyaç sahibi olduğunu ya da bu noktada ne kadar cahil olduğunu anlaması da, ciddi bir ilim ve ciddi bir marifet ve hatta hayret gerektiriyor…
Ancak “hayret” edebilenlerin görebileceği, ama bize kapalı gibi duran bu hal, kim bilir ne denli acınası bir haldir…
Bir yanda çok azınlık kalan ve derin mana üretebilen ilim ve marifet ehli, diğer tarafta onların konuşmalarına ve metinlerine zerre kadar hislenemeyen hatta sanki her gün hayatında harcıâlem cümleler duyuyormuşçasına bir bilmişlik taslayan ve ne kadar cahil olduğundan habersiz olanlar…
Medeniyetimizin temelini oluşturan ve bize de anlatarak değil, anlayarak derinleşebileceğimizi gösteren ve “marifete götüren tefekkür”ü öğütleyen o gönül erlerini yeniden keşfedebilir miyiz?
Ve yeniden “hayret” edebilmeyi keşfederek, hakikatin ayırdına varabilir ya da hakkıyla idrak edebilir miyiz?