Yazmak zorundaydım.
Priştine Üniversitesi Türkoloji Bölüm Başkanı Ergun Jable daha bölüm başkanı olmamıştı. Uzun uzun sohbetlerimizde onun Kosovalı delikanlı duruşu ve Yugoslav disipliniyle harmanlanmış ilmi karşısında daima sustum. Görevim bitmeden, geri dönmemi, üniversiteyle birlikte şifahi ve yazılı kültürde Balkanlarda Türk izlerini takip etmemiz gerektiğini sıkça söyledi. Özellikle TİKA, Maarif Vakfı, Yunus Emre Enstitüsü ve Türkiye’den üniversitelere bağlı Türkoloji Enstitülerinin boynunun borcu olan bu vazifenin hayati bir görev olduğunu sıkça anlattı. Maalesef hangi kuruma, bu niyetle Kosova’ya gitmek istediğimi bildirdimse, geri cevap alamadım. Hatta Zeki Bey’in işi var, işi olmayanları gönderiyoruz, şeklinde bile cevap aldığım oldu. Sahi, bizim Balkanlarda ne işimiz vardı?
Ergun Hoca, uzun yıllar Yugoslavya’dan ayrılan Müslüman toplulukların ve içerisinde Türklerin de olduğu devletlerin eğitim politikalarını; Türklerin eğitimden uzaklaştırılmasının nasıl sağlandığını gösteren istatistikî araştırmalar ve analizler yapmıştı. Özellikle Tito döneminde başlayan ve günümüze kadar devam eden Türkçenin Balkanlardan silinmesi operasyonunun ne aşamada olduğunu yerinde ve doğru analiz eden çalışmaları vardı. Bu çalışmaları duyurmak ve Türkçenin, Türklerin Balkanlardan silinmemesini isteyen hoca çok zaman yalnız kalmıştı. Zaman zaman TİKA ya da Yunus Emre Enstitüsü yetkililerinin destekleriyle sesini bir parça duyurabilse de yine de Balkanlarda sanki Türkler hiç yaşamamışçasına, izler günden güne silinmeye devam ediyordu.
Bizim Balkanlara harcırah karşılığı gönderdiğimiz hocalar ise “Evlâd-ı Fâtihân” diye başladıkları konferanslarını, güzel bir lokantada çüfte yiyerek tamamlıyor, Prizren’de meydandaki çeşmeden su içerek, tekrar gelmek nasip olsun, diye dua ederek bitiriyorlardı. Kültürü “menkıbe anlatıcılarını fonlamak” zanneden bir iktidar, yurt dışındaki özellikle Balkanlardaki kazanımlarını bir gecede kaybedebilir.
Oysa Prizren’de, Priştine’de, Üsküp’te, Tiran’da Türkçe dergiler, gazeteler, Türk edebiyatıyla iç içe yayın yapan yayınevleri vardı. Özellikle son yirmi yılda kurulmuş, tadilatı yapılmış okullar vardı. Hatta destek alan medreseler vardı. Mesela Elena Cika ve Sami Freşari Lisesi’nde Türkçe sınıfları olduğunu gelen hocaların birçoğu bilmiyordu. Ki Sami Freşari meşhur Kamûs-ı Türkî yazarı Şemseddin Sami’den başkası değildir.
Ergun Hoca’nın çok basit ama kalıcılığı sağlayacak bir fikri vardı: Yazılı ve sözlü kültürün kayıt altına alınması. Bu, en azından, burada Türkler yaşadı, demek içindi. Ama unutmamak gerekir ki Balkan etnisitesi içinde Türklerin de belli bir yeri vardır. Özellikle Üsküp ve Prizren ciddi bir Türk nüfus barındırmaktadır. Bu nüfusun farkında olan küreselci vakıflar Türklerin çok fazla parti kurmasını sağlayarak, bölünmelerini kolaylaştırmakta ve politikada etkisiz aktör olmalarına neden olmaktadır. Türkiye, tam da burada oyun kurucu ya da akl-ı selim ile hareket ederek önce kültür varlıklarının tescilinde, ardından ise gönlü kırık “Evlâd-ı Fâtihân”ın yanında durabilir.
Türk müziğini, Türk edebiyatını, Türk dilini, Türk örfünü yaşatmak için direnen bir avuç insandan bahsediyorum. Evet, başka bir ülkenin vatandaşı olan bu insanlar, İstanbul daha fethedilmeden 61 yıl önce o topraklara giden insanların torunları. Ne bunu, ne de Avrupa’ya entegre olmak isteyen devletlerin vatandaşları olduğunu yadsımıyoruz. Mesele, kalıcı çalışmalar yapıyor muyuz? O topraklara görevli gönderdiğimiz insanlar içerisinde Arnavutça, Makedonca, Bulgarca, Yunanca bilen kaç görevlimiz var? İskender Bey'i hem Türk kaynaklarından, hem Alman kaynaklarından, hem de Arnavut kaynaklarından okumuş kaç yetkilimiz var?
Yıllar önce bölgede görev alan iki isimden bahsetmek isterim: Ali Maskan ve Mahmut Çevik. Her iki kıymetli yönetici de Balkanlarla ilgili çalışmalarda görev almışlar ve yazıda ismi geçen şehirlere gittiğinizde isimlerini bilmeyene rastlamak zordur. Öyle ki Üsküp Yörüklerinde, Prizren’in Boşnak köylerinde dahi isimlerini bilmeyenlere rastlamazsınız. Zira her iki yönetici de sadece yardım dağıtma, yarayı pansuman etmeyle uğraşmamış; bölge insanın gönlüne dokunmuşlardır. En çok da bölge insanın tarihi, dili, dini, ekonomik gelişimi ve kültürünün korunması için çaba sarf etmişlerdir. Bu çalışmaları yaparken asla Balkan gerçeğinden uzaklaşmamış, o ülkelerin yasalarına ve yönetimlerine ters düşecek davranışta bulunmamışlardır.
Gelgelelim onca maaş verilen ve uzun yıllar bölgede görevli olanların yaptıklarına… “Burası Balkanlar, burada öyle kafana göre hareket edemezsin!” dedikten sonra dünyanın en iyi kahvesini içip en güzel etlerinden yedikten sonra Türkiye’ye ulusal günlerde güzel fotoğraflar servis edip vakit doldurmaktan öte ne yaptıklarını merak etmiyorum. İcracılar ve fikir üretenler ya görmezden geliniyor ya da icraatların dişe dokunur olanlarını geçici görevle bölgeye gidenler yapıyor. Burada, Türkiye’de ise övünmeye devam ediyoruz: Şu kadar okul açtık, şu kadar tarihi eser restore ettik, şu kadar yardım yaptık, diye. Hatta menkıbe anlatıcılarını o ülkelere gönderip güzel vaaz verilmesini dahi kültürel etkinlik çatısı altında satıyoruz ki; Türk edebiyatı ile Balkanlar Türk edebiyatı arasında köprü kurmayı bırakın; köprüleri yıkıyoruz. Bu arada Köprü ve Türkçem dergileri Balkanların gözbebekleridir. O dergilerde kalıcı edebiyat ve köklü tarih çalışmalarına destek vermek de boynumuzun borcudur.
Ha, eğer Balkanlardaki izler silinsin, ağrısız başım pişmiş aşım, demeye devam edeceksek Dragaş’ın tepelerinde toprağa gömülüp yok olan bir Osmanlı mezar taşı gibi kaybolacak izlerimiz. Daha da acısı, Elena Cika’da bir daha sesini duyamayacağız Türkçenin.