“Gün değişir dün değişir.” Hem olumlu hem de olumsuz mana üretmeye uygun bir cümledir. Yerinde ve zamanında bir kullanımla her ikisi için de çok anlamlı olabilir. Fakat bu noktada ciddi bir usul gerekir; kafamıza göre bir anlamlandırmayı kaldıramayacağı, tarihsel örneklerle ortaya konmuştur.

Her değişim ve insan zihninin kazandığı anlam zenginliği sonrasında, geçmişi yeniden yorumlamak, “bir tarih ufalaması” halinde cereyan edemez. “Dün yoksa bugün de yoktur.” bilinci, bizi kontrol etmesi gereken bir sürekli nöbetçi olmak zorunda.     

Gelenek: Ne zaman ortaya çıktığı belli olmayan ama sosyal hayatımızı bugün de anlamlandırmamızda bize yardım eden, kültürümüze ve inanç dünyamıza ait değerlerin toplamı hatta toplamından çok daha fazlasıdır.

Bu sebeple toplumsal hayatımıza yeni bir şey katarken, gelenekten topyekûn kopamayız. Geleceği, geçmişle aydınlatır ve yeniye onun ışığıyla kimlik veririz. Şayet bir kopma yaşanırsa o zamanda bilmediği bir coğrafyada yolunu kaybetmiş bir insan gibi nereden geldiğini bilemeyen bir hâlde savrulur dururuz…     

Süreklilikler, birbirini takip eden anlamlandırmalar gibi savrulmaların da bir geleneği vardır… Geleneği sadece “olumlu”yu izah ederken kullanmıyoruz aslında. Günümüzdeki bütün savrulmaların, kopuşların izini de yine tarihte arıyor ve “falanca kavim/toplum da saptı ve helak oldu, dağıldı” diyebiliyoruz.

Özellikle bugünlerde olduğu gibi “aşırı yorum” yaparak, ayet ve hadislerle sabit konuları dahi kendi mecrasından çıkarma konusunda maalesef İslâm tarihi son derece çarpıcı örneklerle doludur.

“Aklı” vahyin önüne geçirerek âdeta “bir devrim yaptım” demenin çılgınlığına kapılan nice kafalar yaşadı/yaşıyor bu dünyada. Ama çoğu da, inançların emrettiği denge ve ölçü mecrasında kalan büyük kitleler tarafından dışlandı/dışlanıyor; hatta bu kişiler onların gözünde güven ve izzetlerini kaybettiler.

“Aşırı karanlık gibi aşırı aydınlık da kör eder” gerçeğinde olduğu gibi “aşırı yorum”cuların düştüğü “en ilginç şeyi ben söylemeliyim” yarışı maalesef onları kör etti.

“Türedi” birtakım anlayışlar ve davranışlar günümüzde de hâlâ çeşitli boyutlarda yaşamaya devam ederken, geleneği hiçe sayıyor ve tarihin önünde yeni savrulmalar oluşturuyor.

Elbette bu savrulma sadece felsefe ya da tasavvuf alanındaki aşırılıkların eseri değil; buna birde inandığı dinin emirlerini bilmeyen, kitabının ve peygamberinin söylediğinden habersiz Müslümanlar önemli katkılar yapıyorlar.

Bunun yanında “Müslüman” olduğunu iddia edenlerin savrulmaları var ki onlar da geleneksizliği âdeta kendi “savrulmalarının bir geleneği” üzerinden dayatmanın derdi içerisindeler. Her şeyi sökerek, bozarak, hafızasını dağıtarak kendilerini var etmek isterken şu düşünceyi temsil ediyorlar; “Muhafaza edecek bir geçmişimiz olmadığı gibi ihya edecek bir geleceğimiz de yok.” Onlar, işte tam da böyle bir dert taşımayan “güç” ile hareket ettikleri için “zalim” oluyorlar…

Bu zeminde, “Muhafaza ediyoruz” diyenlerin hiçbir şeyi muhafaza etmediği gayet açıktır. DAEŞ’in, PKK’nın PYD’nin ve benzerlerinin neyi muhafaza ettiğini bileniniz var mı? Oysa en büyük iddiaları “muhafaza edeceğiz, size geçmişinizi vereceğiz” safsatası değil mi?

Bana göre bu zihniyetler, savrulmanın dışında hiçbir geleneği temsil edemezler; şayet şiddet, kan ve gözyaşı denen zulmün ve onları üreten zalimliğin bir geleneği varsa eğer, işte ancak o geleneği temsil edebilirler. Buda toplumda, ortopraksiyi (düzgün davranış) temsil edenlerin gelenek dışına ittiği, “geleneksizlik” olarak gördüğü bir sapkınlık/sapmışlık hâlidir.

Bizi ilgilendiren şey nizam-ı cedidin, nizam-ı kadimden bir usul dairesinde neyi devralacağı ile ilgilidir.

Neticede soyluluk kadar soysuzluk, onurluluk kadar onursuzluk, iman kadar küfür de kadim bir meseledir…