Kimselere dokunmadan yürüyor, oturuyor, bekliyordu. Dokunmaktan korkan, hatta yokmuş gibi duran bir yüz.

Ve kadınlar, ne kadar da cesurdular!

Dost, çocukları için bir yol arıyordu. Yürüdüğü caddelerdeki insanların onun derdi gibi dertleri yoktu. Ülkeden çıkmak, yeni bir yurt bulmak…

Dost, neden vatanını terk etmek istiyor?

Ya da ben, neden Dost’un memleketinden maaş almaya çalışıyordum?

Dost, şikâyet etmiyor hiçbir şeyden. Üzgün bakışlar atıyor renkli vitrinlere, gülerek yanımızdan geçen kadınlara, birbirlerine kaba şaka yapan gençlere, otobüslere, metroya ve daha birçok şeye. Kendi ülkesinde olmayan ne varsa, burada, gözünün önünde olanlara üzgün, kırgın, küskün bakışlar atıyor. Sonra boynunu büküyor. Oğlu yanımıza gelince kırık bir gülümseme oluyor dudağının kenarında. Omzunu dikleştiriyor. Babasını öyle yıkılmış görmemeli.

Dostu tanıdığım gün… Mezar-ı Şerif Mevlana Celaleddin Havalimanı’na bir güz sabahı iniş yapmıştım. Çat pat Farsçam ile pasaport kontrolünden geçmiş, bagajımı almak için bekliyordum. İpince bir delikanlı geldi yanıma. Zeki bey, hoş geldiniz, dedi. Aksansızdı. Sanki Tokatlı bir delikanlı vardı karşımda. Az buçuk bölgeyi tanıdığım için, sen Türkmensin, dedim. Dişlerinin neredeyse tamamını göstererek güldü. Gözleri ışıladı. Bagajım maalesef uçağa alınmamıştı. Bazı formları doldurduk, üç gün sonraki uçakla gelir, dediler. Biraz bozulmuş vaziyette, Dost’un süreceği araca bindim. O günden sonra Dost’u en çok ensesinden görecektim. Ofisin şoförüydü. Muhtemelen bekar, yaşı da yirmiyi az geçmiştir, diye düşündüm. Oysa dört çocuklu, on yıldır evli, otuzunu geçmiş koca bir adammış meğer.

Zırhlı araçların direksiyonları sert olur. Sanki ardınızda koca bir tır dorsesi varmış gibi, zorla döndürürsünüz direksiyonu. Uzun yolculuklarda en çok elleriniz dirseklerinize kadar uyuşur direksiyona yapışmaktan ve sert kavramalardan. Dost, alışmıştı bu zorluğa. Onun kullandığı aracı başkaları kolay kolay kullanamazdı.

Dost, o araçla iki kere canımı kurtardı. Birincisinde aracın içerisinde beş kişiydik. Hayratan tarafına, Amuderya kıyısına gidiyorduk. O hafta sonu hiç olmazsa başka bir ülkedeymiş gibi yapacak, ırmak kenarında oturacaktık. Hayratan’a on kilometre kadar yaklaştık ki her taraf çöl olmuştu. Ve çöl tüm bozkırı ele geçirecek kadar sinsice ilerliyordu. Bunu ilerleyen yıllarda görecektim.

Tam karşımızdan zikzaklar çizerek gelen askeri bir ranger vardı. Çok hızlıydı ve tek şeritte hareket etmiyordu. Bize yaklaştıklarında yollarını düzeltecekleri yerde tam üzerimize kırdılar aracı. Dost, gerilmişti ama yine de sakinliğini koruyarak çöl kumlarına doğru sürmüştü aracı. Rangerdaki askerler bağıra çağıra şarkılar söylüyorlar, ölümün ucunda dans ediyorlardı. Birilerinin eğlencesi neredeyse bizim felaketimiz olacaktı. O gün Dost sadece bizim hayatımızı kurtarmadı, kahramanımız da oldu.

Aradan iki yıl geçmişti. Özellikle Özbek ve Türkmen yerleşim bölgelerinde Taliban ve DAEŞ militanları boy gösteriyor, insanları köylerinden, kasabalarından kaçırmak için her türlü zulmü yapıyorlardı. O bölgelerden sık sık yardım talebi alıyorduk. Halk çok fakirdi ve zalimler o insanların tarım arazilerini yakıyor, hayvanlarına el koyuyor, yaşam hakkı tanımıyorlardı. Kıt kanaat geçinmenin ne demek olduğunu bozkırın o susuz köylerinde gördüm. Öleceksek, aç bile olsak burada öleceğiz, dedelerimizin mezarları burada, bizim mezarımız da burada olacak, diyen dirençli insanlara bazen yardım, bazen yanlarında durarak moral götürmeye çalıştım. Hepsinde de Dost yanımdaydı. Korkularına şahit oldum. Yüzünün renginin kapkara olduğu vakitleri gördüm. Sesinin titrediğine şahit oldum. Ama bir kere olsun, ben gelmesem abi, dediğine şahit olmadım. En çok da Özbeklerden verimli toprakları gasp edip arazilerini çaldıkları köylere kurulan Peştunların bölgesinden geçerken yüzünde o tarifsiz korkuyu gördüm. Neden bu kadar çekiniyorsun, araç zırhlı ve Türk aracı. Bize zarar vermezler, dediğimde: Doğru abi, zarar vermezler. Ama size zarar vermezler. Bizi işbirlikçi diye öldürüyor bunlar, dediğinde bir Peştun kasabasının tam ortasından, pazar yerinden geçiyorduk. Ve dışarıdaki yüzler savaştan başka bir dil bilmeyen dağlı bir ulusun insanlarına aitti. Bu Ekber Şah’tan, Babür Şah’tan bu yana böyleydi. Öyle ki bu insanlar tarihte ilk kez yönetenleri yönetecek duruma gelmişlerdi. Türkler, Tacikler, Hazaralar onlar için parya hükmündeydi artık. Orada öğrendiğim bir şey vardı; şiddet, Türkiye’den doğuya doğru gittikçe bir dil, bir anlaşma biçimi, ağır bir eğitim silahı olmaya devam ediyordu. Mezar-ı Şerif’te tam da Ravza’nın Belh kapısı civarındaki büyük pazarın kenarında bir polisin, aracını yanlış yere park eden adamı jopla dövüp, aracın tekerlerini patlatması sırasında anlamıştım. O adama normal ceza kesmeden önce yüzüne vura vura terbiye eden korkunç bir vahşilik… Ve bu vahşilikle büyüyordu o dayak anını izleyen kadınlar, çocuklar ve hatta sokak hayvanları.

Türkmenistan sınırındaki Andhoy’un ücra köylerindeki okulları ziyaretimiz sırasında aldık insanı tedirgin eden haberi. Bombalı bir araç vardı ve yabancı yardım örgütlerinde görevli bir yetkilinin aracına saldıracaklardı. Araçta bir sepet vardı ve içine bomba gizlenmişti… Bölgede o gün bizden başka yabancı bir yardım kuruluşunun aracı olmadığına göre, bizim için hazırlanmıştı ve nerede karşımıza çıkacağı belli değildi. Dost, şehir içinde bile olabildiğince hızlı sürdü aracı. Ben işin ciddiyetinin farkında değildim. Sanki bir film seyreder gibi camdan dışarıya bakıyor, bombalı aracı göreceğimi düşünüyordum. Öyle ya, tüm kazalar, saldırılar, ölümler başkalarına olur hissiyle yaşamıyor muyduk? Bizi o araçtaki bomba patlatmasa bile Dost’un alabildiğine hızlı sürdüğü aracın yoldan çıkması ya da bir yere çarpması hayatımıza son verecekmiş hissine kapıldım. Andhoy’dan yaklaşık beş km uzaklaşmıştık ki bize haber verilen araca benzer bir arabanın yoldan çıkıp bir direğe çarptığını gördük. Ve şoförün yan koltuğunda bir sepet vardı.

Dostun yüzü o gün de böyle olmuştu: dokunmaktan korkan, hatta yokmuş gibi duran bir yüz. Ölüm de hayat da bize bir nefes kadar yakındı. Biz, nefesimizi tutmuş, hızla giden bir aracın içerisinde, ölümün kenarından geçiyorduk. Nefes alsak, yaşadığımızı belli etsek, kapıya yılan gibi çöreklenen köpek bizi fark edecek, o sepetteki bombalar patlayacak, parçalanmış vücudumuzu hiç tanımadığımız insanlar toplayıp bir ceset torbasına koyacaklar, belki bize şehit diyecekler ve Dost bir daha çocuklarını göremeyecekti. Belki de bombanın ilk alevi yüzüne vurduğunda oğulları ve kızlarının da bir gün böyle bir patlamada öleceklerini düşünerek, iki kere ölecekti. Cenazemi almaya belki eşim gelecek, çok sık geçtiğim bu bozkırdaki uzun yoldan geçerek bana doğru gelirken, ne kadar da memleketimin ağaçsız toprağına benzediğini düşünecek, hatta memleketimde öldüğüm hissine kapılacaktım.

Konsolos çok geçmeden aradı. İyi olduğumuzu söylediğimde adam derin bir nefes verdi. Uzun bir süre şehri terk etmemem gerektiğini söyledi ama ne çare; o köylere, Dost’a benzeyen insanların olduğu köylere defalarca gittim. Sanki acının başkentine, tahammülün diyarına, yok sayılmanın normalleştiği bozkırın kalbine her fırsatta gittim. Onları makus talihlerinden kurtaramasam bile, hastane odasında ölümü bekleyen bir adamın ellerini tutup, yalnız ölmeyeceğini söyleyen eski bir dostun vefasıyla yanlarına gittim. Gasp edilen topraklarını, kaçırılan hayvanlarını, yıkılan cami ve okullarını birlikte izledik. Ve her gidişimde yanımda Dost vardı ama yaşayan bir adam değil de hayalet gibiydi. Ülkesi dev bir ölüm vadisiydi sanki. Bari çocuklarımı kurtarsam, diye diye sonunda çocukları Türkiye’deki akrabaların yanına gönderebildi. Geçici oturum aldı. Bazen hakkı yandı. Ama çocukları Türkiye’de tuttu. Kendisi varı yoğu satıp da Türkiye’ye gelemedi. Gelenlerin iş bulamaması, vatandaşlık ya da oturum alamaması, yakalandıklarında derdest edilip Kabil ya da Mezar ı Şerif’te askerlere teslim edildiklerinde başlarına gelenler…

Dost Muhammed, güldü mü tüm dişleri görünen bir Türkmen delikanlısı. Hala yirmi yaşında bir yüzü var. Gözleri ise bin yaşında bir Afgan ölümü, Afgan çaresizliği, Afgan yalnızlığı taşıyor. Dost Muhammed. Dünyaya o gözlerle bakıyor. Bedeli ödenmiş mutluluk yaşayacağına inandı; bedel ödemeden mutlu olan insanları her gördüğünde bir Türkmen çocuk şaşkınlığıyla kalakalıyor Afganistan’dan gelen bir uçakla İstanbul’a indiğinde. Go Home Dost! İnsan dosta hiç git evine der mi? Dostun evi gönüller değil miydi?

Afganistan’da, Hayratan’da, Amuderya kıyısındaki Şortepe köylerinde bir hikâye anlatılır. Suyun karşı tarafı Termiz, Özbekistan. Bir Türkmen delikanlı, suyun karşısında gördüğü bir Özbek kıza vurulur. Kızın da ona baktığına ikna olunca Amuderya’yı yüzerek geçer ve buluşurlar… Hem de kaç kere. En sonunda Sovyet askerler Türkmen delikanlıyı yakalar. Bir müddet nezarette yatar. Gün gelir Özbek kızın babası delikanlıyı damat olarak alacağını söyler ve mahpus biter. Gençleri evlendirirler. Damat, gelini Afganistan’a götürmek ister… Sadece isteğiyle kalır.

Delikanlının yüzerek geçtiği yer nevruzda dalgalanarak akarmış. Yine biri sevdaya kapılıp da suyun karşısına geçmesin, diye. Vatanıyla aşkı arasında boğulmasın diye.

Dost Muhammed’le yürüyoruz. Bir alışveriş merkezine giriyoruz. Oysa  ne güzel gülerdi Dost! Beni saldırılardan çekip çıkaran o delikanlı ülkesiyle çocukları arasında bir yerde boğuluyordu ve ben yanımdaki adamı oradan, o cendereden çekip çıkaramıyordum. İki yeşil çay ısmarlıyorum, çocuklar da dünyanın her yerinde olduğu gibi dondurma istiyorlar…