Farkında mıyız, Filistin’de İsrail’in terör şiddeti arttıkça Batı’da da faşizm artıyor.

Genel anlamda Batı ve onun ana kuvvetini oluşturan ABD, İsrail terör devletinin her gün artan şiddetini, katliamlarını örtebilmek için artan bir faşizm uyguluyor.

ABD’nin, antisemitizme karşı çıkardığı yasalar, Almanya’nın yeni vatandaş kabulünde İsrail’i tanıma şartı ve gösterilerde Filistin destekçilerine göz açtırmama gibi durumlar, her geçen gün artan baskıcı politikaları gözler önüne seriyor.

Batı ve ABD açısından bugünün en yaman çelişkilerinden biri de anlamı daraltılarak sadece siyonistlere indirgenen Samiliktir.

Oysa esasen bir kültürel çerçeveyi ifade eden Samilik, benzer dilleri kullanma üzerine bina olmuştur.

İslam Ansiklopedisi şöyle tarif ediyor: “Sami (Semitic) terimi başta Arabistan, Suriye, Irak ve Afrika’nın bazı bölgeleri olmak üzere geniş bir coğrafyada benzer özelliklere sahip diller konuşan Akkadlar, Babilliler, Asuriler, Amuriler (Amurrular), Aramiler, Süryaniler, Kenaniler, Nabatiler, Fenikeliler, İbraniler, Araplar ve Habeşler gibi kavimleri kapsar. Günümüzde dünyadaki en kalabalık Sami kavmi Araplardır.”

Peki, nasıl oluyor da Batı’da ilk defa 1781’de Avusturyalı bilim adamı August Ludwig Schlözer tarafından Semitic şeklinde kullanılan bu kavramın anlamı, sadece Yahudilere hatta siyonistlere indirgenebiliyor?

Bir Sami’yi katledilirken diğerine ve üstelik de başka bir Sami’ye karşı sonsuz bir destek verilebiliyor?

Yani en kalabalık Sami kavminden olan Filistinliler için -bırakın korumayı- bir soykırıma sebep olabiliyor bu çarpıtılmış semitizm. 

Söz konusu İsrail olunca bir rapsodos gibi ezberledikleri metnin dışına çıkamayan, üzerine bir kelime dahi ekleme kudretinden yoksun Batı özgürlükçüleri, çürümüş bir özgürlüğü temsil ediyorlar.

Zira çürümüş özgürlük, istediği her şeyi yapmaktan ibarettir.

Gazzeli bir bebeğin ölümü için kör, bir siyonist için şahinleşen gözün sahipleri için her şey çürümüştür aslında.   

Alman polisinin Türk bayrağını yakanları seyrederken Filistin bayrağı taşıyan bir çocuğa âdeta büyük bir suçluyu yakalıyormuş gibi bir tavır takınması ise hem bir çifte standardı hem de siyonizm karşısındaki o büyük esareti gösteriyor.

Dolayısıyla Batı, bugün de hâlâ İncil’de Hz. İsa’nın; “Günahsız olan ilk taşı atsın” ifadesine cevap veremeyecek konumdadır.

Nasıl ki o gün hiçbiri “Ben günahsızım” diyemediği için ilk taşı atamadıysa, bugün de atamaz durumdadırlar; üstelik insanlığa dair suçları epey kabarmış bir sicille.

Katolik papaz ve filozof Hippolu Augustinus, “İtiraflar”ını yeniden yazsa acaba Gazze’de işlenen günahı ve insanlık suçunu itiraf edebilir miydi?

Batı’nın bugünkü hâlinden öyle anlaşılıyor ki o da tıpkı Spinoza gibi “Tanrı sarhoşu” diye suçlanır ve lanetlenerek Yahudilikten kovulduğu gibi Katoliklikten kovulurdu.

Batı, siyonizme karşısında çok derin bir skolastisizmle yüzleşiyor.

Ruhlarının bile duymadığı bir boyunduruğa usulca boyun eğiyorlar çok fazla sayıda kabullenmeyle.

Bütün bu kabullenişler ve onun beslediği skolastisizm, bugünkü krizler çağının en temel müsebbibidir.

Kilise mensubiyetleri sebebiyle, kilisenin dogmalarını aşamadıkları için o gün Fransa’da var olan 150 üniversitenin çoğunu kapatan Napolyon, bugünkü sessizliklerini görseydi o afili Avrupa üniversiteleri için ne derdi acaba.

Bugün Batılı egemenlerin hâli Marx’ın; “Egemenler de kendi tahakkümlerinin tahakkümü altındadır.” sözünü hatırlatıyor bir taraftan.

Kurtulamadıkları bir antisemitizm boyunduruğuyla hem siyasetleri hem üniversiteleri hem de sanatları tıkanmış durumda.

Tıpkı Fransız ihtilaliyle -bilinçsiz de olsa- Fransa’nın önünü açan, kilitlerini kıran kitleler gibi yeniden kitleler mi bu görevi üstlenecekler?

Bunun ipuçları görünse de gerçek sonucu zaman gösterecek…