Trump, geçtiğimiz 20 Ocak’ta tekrar başkan seçilince yaptığı ilk işlerden biri ABD’yi Paris İklim Anlaşması’ndan çekmek oldu.
Kyoto ile başlayıp Paris ile devam eden iklim anlaşmaları süreci, yaklaşık 30 yıldır küreselci liberalizmin temel siyaset alanlarından biri. Temel tez, dünyanın insan kaynaklı faaliyetler yüzünden ısındığı, bu küresel ısınmanın da iklim değişikliğine, felaketlere yol açtığı yönünde. Bunun önüne geçmek için de her ülkeye sera gazı salınım hedefleri veriliyor.
Küreselci liberalizmin etkin olduğu yıllar boyunca bu tez çok fazla alıcı buldu, BM tarafından kabul gördü. İklim anlaşmalarına imza tan ülkelerin sayısı 190’ı aştı. İklim anlaşmalarının doğal sonucu, ülkelerin bu anlaşmalara uygun yasalar çıkarması idi. Bu işe kalkışan hemen her ülke, Avrupa merkezli aynı şablonu kullanarak ulusal düzenlemeler yaptı. Bizde de şu sıra gündemde olan yasa benzer bir çerçeveye sahip.
Öte yandan pek çok insan Türkiye’nin, bu konuda neden bu denli ısrarcı olduğunu anlamakta zorlanıyor. İklim değişikliğine dair tüm tezler doğru olsa bile, Türkiye sera gazı salınımında çok gerilerde kalan bir ülke. Neden kirliliğin bedelini dünyayı en çok kirleten sanayileşmiş ülkeler değil de biz ödüyoruz?
Bugün tüm Asya ve Afrika’nın yarattığı kirlenme, Batılı ülkelerin 200 yıl boyunca atmosfere saldıkları karbon gazının yüzde 1’i bile değil. Ancak Türkiye de dâhil dünyanın geri kalanının her şeyden önce işe, aşa ihtiyacı var. Bunlar için de imalat sanayisine ve enerjiye. İklim anlaşmaları ülkeleri belirli düzeyde karbon salınımına mecbur ediyor. Bu ne anlama geliyor biliyor musunuz? Belirli düzeyde imalat kapasitesine, belirli düzeyde rekabet gücüne razı olmak anlamına geliyor.
Şayet az gelişmiş ülkeler, Batılıların bir zamanlar sahip olduğu üretim düzeyine asla ulaşamayacaksa onları nasıl yakalayacak? Sırf karbon gazı hesapları yüzünden madenlerimizi kullanmamak, imalat sanayimizin maliyetlerini şişirmek, zaten az olan yatırım sermayemizin sırtına bir de iklim yükü vurmak ne kadar doğru? Batılılar, geçmişte ortaya çıkardıkları kirlilik için hiçbir bedel ödemezken bizim gönüllü biçimde bu bedellere razı olmamız, sırf Avrupa’ya uyum sağlamak için kalkınmamamızı riske atmak değil mi?
ABD’nin iklim anlaşmasından çekilmesinin gerekçeleri de bu endişeleri teyit ediyor. Trump, anlaşmayı ABD sanayisine vurulan bir darbe olarak görüyor. En gelişkin devlet ABD’nin bile böyle değerlendirdiği bir yaklaşımın bizlere ne gibi zararları olur, varın siz düşünün.
İKLİM TEZLERİNİN İDEOLOJİK TEMELİ
Küresel ısınma ve çevrecilik akımının ideolojik bir arka planı olduğunu da gözden kaçırmamak gerek. 1990’lara kadar emperyalizmin yayılma aracı muhafazakâr sağ iktidarlar ve diktatörlüklerdi. Başat gündem, çevre ülkelerin “Sovyet tehdidine” karşı korunmasıydı. Sovyet sonrası dönemde ise bunun yerini küreselleşme konsepti ve neo-liberalizm aldı. En önemli sorun “ulusal sınırlar ve yükselen radikalizm tehlikesi” olarak ifade ediliyordu.
Küreselleşme fikrinin ulus devletlerin direnci ile karşılaşması, küreselcileri daha işlevsel bazı araçlar aramaya itti. Emperyalist politikanın ayakta kalabilmek için kendini yeni bir düzeye taşıması gerekiyordu. İşte çevreci ya da yeşil siyaset, Batılı merkezlere bu yeni biçimi vadetti. Son 30 yılda liberal hareketlerin tamamında görülen, ekoloji merkezli söylemsel dönüşüm bu vaadin satın alındığını gösteriyor.
Tabii ki iklim ve çevre sorunları gerçek sorunlar. Dünyamızın ciddi iklim riskleri ile karşı karşıya olduğu da doğru. Ancak daha önceleri emperyalist söylemin yakıtı olan Sovyet tehdidi ve sonrasındaki radikal akımlar da gerçek sorunlardı. Küresel kapitalizmin olmayan bazı sorunları uydurmaya ihtiyacı yok ki! Çünkü zaten kendisi pek çok devasa sorun üretiyor. Yapması gereken, bu sorunlardan birini en üst sıraya taşıyıp onu manipüle etmek.
Tüm dünyayı saran iklim yasaları dalgasından da böylesi bir manipülasyonun kokusu geliyor. Kim bilir, belki de yapılması gereken, çevre ve iklim sorunlarını, Batılıların parametrelerine hapsolmadan, kalkınma ve üretimi önceleyen bir perspektifle ele almaktır.