Eski Türkiye bir proje olarak kendini Batı’ya endekslemiş, bir elit ve azınlık yönetiminin hâkim olduğu ülke idi. Türk toplumunda sınıf olmadığı için belirli bir zümreye dayanmak yerine belirlenmiş ideolojik kalıba uyanların sınıf gibi davrandığı aslında devşirme adamların yönetimindeydi. Bu kalıba girme başarısını gösterenler kendilerini ayrıcalıklı görüyor, kendi geldikleri yerleri ne olduğu belirsiz değerler etrafında eğitme sevdasına tutulmuş garip insanlardan oluşuyordu. Onlara göre yönümüzü kesinlikle Batı’ya dönmemiz gerekiyordu. Batı’dan her ne sadır olursa bu ülke için hayırlı olan odur. Bu nedenle asılacaksan İngiliz ipiyle asıl kafasıyla Batı hayranlığının sınırı yoktu. Bu seçkinci zümre için Batı kutsal inekti ona tapmayanların bu toplumda yaşama şansı yoktu. Bu “çağdaş dünya”ya itiraz edenler gericiler, yobazlar, iflah olmaz bilim ve akıl düşmanlarıydı. Bu eski nesil her nedense çağdaş batı dedikleri dünyanın, teknolojisine, ilmine irfanına sahip çıkmak yerine onların süflilikleri üzerinden bir dünya kurma peşindeydiler. Almanın, Fransız’ın yüksek teknolojisi onları çok fazla ilgilendirmiyordu. Fransızca kelimelerle “pardon, matmazel” gibi kelimeleri cümlelerin arasına sıkıştırıyor, evinde Fransızca bilen bir mürebbiye bulunmasını bir üstünlük olarak algılıyorlardı.
Teknolojiyi almak uzun işti biz size opera, operet, bale, oratoryo verelim. Tabii operaya baleye şalvarla donla gidilmez papyon, kırmızı yüksek topuk ayakkabılar, fötr şapkalar bu ritüelin olmazsa olmazı idi. Operadan bir şey anlamaya bilirsiniz ancak sakın çaktırmayın çağdaş olmadığınız ortaya çıkar sonra gerici damgası yersiniz ömür boyu silmeye çalışsanız atamazsınız. Bu işin ciddiyetine vakıf olan devletliler bu kurumların başına Cumhurbaşkanlığı ve devlet etiketini koyarak işin önemini belirtiyorlardı. Bırakın bu kurumları beğenmemeyi bunlara karşı çıkmak devletin temel ilkelerine karşı çıkmakla eş değerdi. Yani operaya, baleye karşı çıkarsanız vatan haini olursunuz ha. Ama işin acı tarafı bu kurumlar hâlâ devlet himayesinde korunmaya devam ediyor. Bu kurumlarda çalışanlar devlet sanatçısı statüsüyle oldukça yüksek maaş alıyor.
Bu azınlık, seçkinci grup içerisinde devlet şekilleniyor, yönetim, kültür, sanat, siyaset ona göre yapılandırılıyordu. O dönemin şartlarında yurt dışına gitmek, eğitim almak çok zor işti. Bu zoru başarmak bu küçük azınlığın çocuklarına düşüyordu. Londra’da, Paris’te, Viyana’da, Roma’da sanat eğitimleri alarak ülkemize olan borçlarını ödüyorlardı. Bütün bunlar halk için yapılan büyük fedakârlılardı!
Şöyle düşünebilirsiniz Türk toplumu çağdaş Batı uygarlığına açık olduğu için bu yapılanları benimsedi. Aslında halka sorulacak bir konu yoktu, bütün bu yapılanlar halka rağmen halk için yapılıyordu. Çünkü halk eğitilmesi, terbiye edilmesi gereken bir kitleydi. Bu Batıcılık zaten yeni bir şey de değildi. Osmanlı’nın son dönemlerinde neşvünema bulmuş çağdaş bir buluştu! Türk toplumu bu çağdaş treni kaçırmamalıydı.
Ancak 1000 yıldır dünyaya hükmeden bu büyük milletin bu küçük kalıplara sığdırılması imkânsızdı. 20 yüzyılın başında şimdi kendisine hayranlık duyulan emperyalistler tarafından kolu kanadı budanmış bu mazlum millet şimdi kendi evlatları tarafından bir kez daha işgal edilmeye çalışılıyordu. 21 yüzyılın başında millet yeni bir fırsat ele geçirdi. Peki, bu tarihi fırsat yeni nesil tarafından nasıl değerlendirildi? Bunun cevabını da önümüzde ki yazıda arayacağım…