Sıcak gündemdeki Afrin operasyonunu fırsat bilerek “sert güç”/“yumuşak güç” ayrımına dikkat çekmeyi ve çoğu kez yanlış anlaşılan “diplomasi”ye dair dair bazı hatırlatmalar yapmayı hafıza tazelememiz bakımından önemli buluyorum.
Türkiye’nin başındaki sınırötesi terör belasına karşı askeri tedbirler ve operasyonlarla karşılık vermesi, uluslararası hukuktan kaynaklanan hakkıdır. Böylesi bir tehdide hükümran/bağımsız hiçbir devletin boyun eğmesi beklenemez. Türkiye de “bıçağın kemiğe dayandığı” bir noktada askeri müdahaleyle kendisini koruma yolunu seçti. Ne var ki sınırın yanıbaşındaki mevcut tehditin sinyalleri yaklaşık beş yıl öncesinden verilmeye başlanmıştı.
Bu örnek olaydan hareketle; sınırötesinde veya ülke içi problemler doğarken nihai aşamaya gelene kadar “Diğer müdahele araçları neler olabilirdi” sorusuna verilecek cevaplar son derece önemli. Çünkü bu sonuçlar, hem çıkabilecek muhtemel benzer olayları hem de dış politika revize edilirken gerekli zemini kurma bakımından hayati değeri haiz.
Devletlerin dış müdahalelerinde, askeri ve ekonomik güçlerinin ne denli önemli olduğunu söylemek malumu ilâm olur. Ayrıca, günümüzde istisnasız hiçbir devlet kendi gücünün sınırlarını ve Dünya kamuoyunu dikkate almadan öyle kolayca askeri adımlar atamıyor. Irak’ın işgali öncesinde Amerika’nın bile bir BM kararı çıkarmak için nasıl çırpındığını hatırlarsınız. Yine istediğini yapmış olsa da, Çin’den Avrupaya kadar bir çok bölgeden yükselen itirazlar ve direnmelerin maliyetlerine maruz kaldı. ABD’nin bugünkü yalnızlığı ve zorlukları da esasen Irak olayı ile başlayıp zincirleme devam eden ve uluslararası hukuk ihlalleriyle dolu askeri, siyasi, ekonomik müdahaleler süreciyle yakından ilgili.
Bizim buradan çıkarmamız gereken asıl sonuç şu: Askeri veya ekonomik gücünüzün olması, tarihi ve coğrafi haklılıklarınız veya “yapabilir” olmanız her zaman “yapabileceğiniz” anlamına gelmiyor. Fakat yeni iletişim ve teknolojilerin kullanıldığı bu yeni dönemde yapabileceklerinizin 30-40 yıl öncesine göre çok daha fazla olduğu göz ardı edilmemeli. Kendimizin söyleyip duyduğu veya birbirimizi ikna etmek için sunulan çoğu gerçek, bir kısmı ise abartılı haberler arasında, çözüm üreten, öneriler sunan, gerçekçi fikirler çoğu zaman gürültüye karışarak duyulmuyor. Maalesef, duygulara hitab eden, heyecanı körükleyen tezler, sonucu düşünülmeksizin daha cazip görülüyor ve basında da daha fazla yer buluyor.
Halbuki, ciddi meselelere çözüm, heyecanlarla değil, aklıselimle üretilebilir. Bunun için diplomasi dilini dünyanın anlayabileceği ve ters tepmeyecek bir dil ile, ama en etkili ve cesur şekilde kullanabilen bir bütüncül bir Dışişleri politikası gerekli.
Diplomasiyi “kelam-ı kibar”dan ibaret zannetmek halk için normal karşılanabilir. Fakat devlet adamları bilir ki dil ve uslup, kazandıran ve kaybettiren ciddi ve bağlayıcı bir araçtır. Diplomasi ve onu destekleyici diğer araçlar, devletlerarasındaki münasebetlerin her aşamasında, hatta en son aşamada cephede fiilen birbiriyle savaşan ülkeler arasında bile kullanılan en etkili araçlardandır. Bu sebeple, bu araç hiçbir zaman ve hiçbir aşamada terk edilemez.
Diplomasi, bir ülkenin askeri ve siyasi gücünden çok daha fazlasına erişmesini sağlar. İngiltere’nin nüfus ve coğrafyasına nispetle dünya siyasi tarihindeki konumu ve etkisi bunun tipik bir örneğidir. Bizimle aynı nüfusa sahip olan İran’ın, Suriye krizinden derin diplomasi, kriz yönetimi ve bölgesel iş birlikleriyle hakkettiğinden çok daha fazlasını kazanarak çıkması, kısmen konjonktürel kaynaklı olsa bile, kısmen de yürütülen diplomasi sayesindedir. İran’ın, hangi pazarlık ve taahhütlerin sonucunda olduğunu bilmediğimiz bu kazanımlarının sonucunda, etnik ve mezhebi bağlarla Tacikistan’dan Lübnan’a kadar uzanan bir nüfuz sahasına ulaşmış olması, uzun vadede bütün bölge için de sıkıntılı bir durum olsa da İran açısından diplomatik bir zaferdir. Fakat kaldırabileceği yükün onlarca kat fazlasının altına giren İran için de sıkıntı vardır ve bu gelişme, sonun başlangıcı olabilecek diğer tehditleri de içeriyor.
Diplomasi ve diplomatik üslup, iyi kullanıldığında kazandıran, kullanılamadığında ise kaybettiren gerekli bir araçtır. Diplomasinin yüzlerce yıllık kendine özgü dili, Devlet tarafından birkaç yüzyıllık dış politika birikimi olarak zaten kullanılagelmişti ve bu gün de kullanılmalıdır. Tek bir farkla… Türkiye, bugün geçmişin pasif ve çekingen dili yerine daha güçlü ama diplomatik üslubun sınırları içinde kalarak güçlü bir muhakeme ve aktif bir dille tezlerini dünyaya aktarabilmelidir. Uslüp kaybettiren olmamalıdır. Öncelikle, koruyan ve haklılığı dile getiren tazrad olmalıdır. Nihai olarak da üslup kazandıran olmalıdır. Unutulmamsı gerekir ki, büyük devletler dış politikalarını yüksek sesle konuşmazlar ve hatta hiç konuşmadan gereğini yaparlar.
Gelelim 1990’lardan bu yana moda bir terim olarak kullanılan “yumuşak güç” tabirine… Bu terim, devletlerin “sert güç” olan askeri güç, tehdit, aldatma ve ekonomik ambargolar dışında kalan diğer güç araçlarını ifade ediyor.
Bu kavrama ve Türkiye’nin imkanlarına ve yapılması gerekenlere bir sonraki yazımızda devam edeceğiz.
(Devam edeceğiz…)