Eğitimin ilk basamağından itibaren “çoktan seçmeli bir sistemle” koşuya sürdüğümüz çocuklar, şu sıralar çoktan eleme sistemiyle aldıkları puan karşılığı son seçmelerini yaparak üniversite kapısından girmek yerine ‘giriş yapacaklar’. Eğitim öğretim sürecinde kimi bir kasabada Türkçe, Tarih ve Coğrafya ile Felsefe derslerini aynı öğretmenden alarak (alan hocaları olmadığı için) çoğunlukla derslerde test kitapları ile uğraşarak çoktan seçmeli kabiliyetini geliştirerek; bir diğeri bir şehrin tarihi bölgesinde eğitim dili İngilizce olan bir devlet okulunda ana diline, kültürel birikimine yabancılaşarak test ayıklama konusundaki becerisi sayesinde aynı sırada yan yana üniversiteye başlayacaklar.
Her ikisi de Türkçe başta olmak üzere yaşadıkları toplumun değerler hiyerarşisine ve medeniyet birikimine yabancıdır. Geldikleri fakültede dersler Türkçedir. Hatta dersin hocası biraz havalı olsun diye geçiş dönemi (meşrutiyetten-cumhuriyete)Türkçesiyle ders anlatmaktadır. Her iki genç anlatılanları sadece duymakla yetinerek anlama yerine anlatılanlardan genel bir sonuç çıkararak oturmaya devam ederler. Biri yeterli ve alanına hâkim hoca ile yetişmediği için anasından ve çevresinden öğrendiği yerel telaffuz, kırık dökük Türkçeden mağdur; diğeri evde ana baba çocuğumuz İngilizceye aşina olsun diye doğumundan itibaren evde İngilizce, sokakta Türkçe öğrenerek içinde yaşadığı toplumun diline yabancılaştı ve eğitim süreçlerini de bu dil ile eğitim veren okullarda okuyarak yetişti; yerli değerleri sevmediği için Türkçe, tarih, coğrafya gibi derslerin iyi hocalarının anlattıklarını da ciddiye almadan üniversiteye geldi.
Yaşadığı ülkede üniversite ve diploma sorunu yoktu. İlk ve orta öğretimde çoktan seçmeli sistemde sınıfı geçecek kadar bir not alması yeterliydi, başarılı olamadığı derslerde de farklı sınıf geçme yöntemleri vardı. En kötüsü bir afla sınıfı geçerdi. Öyle de oldu. İşte üniversitede ve sosyal bilimler alanında eğitim veren büyük ve köklü bir üniversitenin sosyal bilimler alanında eğitim veren bir fakültesindeydi. Kürsüde anlatılanları doğru dürüst anlamasa da dinliyormuş gibi yapma becerisi sayesinde hoca, öğrencinin ilgisizliğinin farkında değildi. Ders bittiğinde hoca birkaç öğrenciyle sohbet ederken çocukların ana dillerini doğru dürüst bilmediklerini fark etti. Uzun uzadıya anlattığı her meselenin sonunda çocuklar neredeyse koro halinde ‘aynen, ok, yes’ demekle yetiniyorlardı.
Hoca kimi zaman kantinde kuytu bir köşeye oturarak konuşmalara kulak misafiri oldu. Liseyi yabancı dille okuyarak gelen öğrenci “bu bölüme giriş yaptığı” için pişmandı. Kasabadan gelen çocuk “anlamirem”,karşılarında oturan çocuk “dersin tekstleri varsa scan edelim” diyordu. Masadaki kız, arkadaşlarına kantin menüsüne fokuslanır mısınız, listede bırakın honeyalmound latteyi bir ıce tea bile yok diye yakındı.
Hoca sessizce odasına yöneldi ve oda arkadaşına ‘bu çocuklar Türkçe bilmiyor. Dersleri nasıl anlatabilirim?’ diye yakındı. Arkadaşı da kestirmeden ‘yetiştirip gönderdiğimiz hocaların yetiştirdiği gençler!’ diye cevap verdi.
**
İbn Haldun’un 14. yüzyılda tartışmaya açtığı meseleyi hala doğru dürüşt konuşamıyoruz bile. İbn Haldun “eğitim anadil ile yapılır” dedikten sonra özetle şunları söylüyor. “Anadili Arapça olmayan bir kişinin Arapçayı sonradan öğrenmesi halinde dil melekesinde bir noksanlık olur. Arap dilinde ve bu dildeki kavramları anlamada yetersiz kalan kişi lafızların anlamlarını anlama hususunda çok zorluk çeker. Kelimeleri eksiksiz ve doğal olarak telaffuz edemez, cümleleri gereğince kuramaz ve bu dili kendi anadili gibi kullanamaz.” diyor. Arapçanın yerine Türkçeyi koyalım ve düşünelim. Aynı sonuca varırız.
Türkiye’de Ortadoğu Teknik Üniversitesi ile Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin aynı alan öğrencileri arasında yapılan ve yayımlanan veriler de bunu teyit eder nitelikte. ODTÜ daha yüksek puanla aldığı öğrencilere İngilizce Hazırlık eğitimi vererek eğitimi, İngilizce yapar. SBF daha düşük puanla aldığı öğrencileri Türkçe eğiterek mezun eder. Yapılan araştırmalarda SBF mezunlarının daha başarılı ve alana hâkim oldukları gözlemlenir.
İbn Haldun’a göre ana dili dışında eğitim gören kişi hangi dilde eğitim görüyorsa o dili konuşanlara göre geride kalır; çünkü dil akılda ve zihinde bulunan anlamların ifade biçimidir. İnsan dil ile muhayyilesinde şekillenen ve anlamlı hale gelen verileri, daha anlamlı bir üslupla münazara ve müzakerelerde kullanır. Eğitim ve öğretim yaparken, bilimsel konuları etüt ederken muhatabına, öğrencisine veya bir başkasına aktarır. Buuzun süre yaparak edinilen pratiklerle ve dilin çağrışımlarla anlamlarının zihinde oluşturduğu anlam alanının meleke haline gelmesiyle mümkündür. Bundan ötürü diller ve kavramlar, bilginin aktarılması ve öğretilmesinde birer vasıta olabileceği gibi birer perde/engel de olabilirler. İbn Haldun’un yedi asır önce öneminin altını çizdiği anadilde eğitimin yerine ikame edilen yabancı dille eğitim veya yabancı dillerin etkisine açık bozuk Türkçeye ek olarak çoktan seçmeli sistem ve diplomalı cahil üreten yüzlerce üniversite; geleceğe dair ümitlerimizi beslemekten mahrum. İbn Haldun’a göre eğitim ve öğretimleri ile bilimsel faaliyetlerini anadilleriyle yapan toplumlar daha başarılı olur.
Siyasal bilgiler fakültesi mezunu Yüce Divan ve Parlamento’nun ne demek olduğunu bilmeden,
Balkan Tehciri, Kafkas Sürgünü, 31 Mart Vakası ve 1915 olaylarından bihaber tarih mezunları,
Denklem çözemeyen matematik öğrencileri,
Periyodik cetveli mezura sanan kimya öğrencileri,
İngilizce konuşamayan İngiliz dili-edebiyatı mezunları,
Anayasanın ilk üç maddesinden habersiz hukuk mezunları,
Yakınlıkları bilinen Mehmet Akif ve Tevfik Fikret kavgasının medeniyet tercihleri ile ilgisini bilmeyen edebiyat mezunlarına diploma vererek çağı yeni bir merhaleye taşıyamayız.