Düşman zalim, düşman vicdansız, düşmanın merhameti yok ve düşman… Düşman bizim içimizden.

Tek başına, yalnız ve piyade yaşamak bazen güzel ve hatta imrenilecek bir hal gibi görünebilir kâri. Hatta belki bazı durumlarda öyledir de. Ama insanın mensup olduğu, içinde bulunduğu, kendini tarif ederken ve anlatırken dahil olduğu bir çerçevesi ve bir çevresi de olmalı. Ümmet olmak bu tariflerin en asili bence. Ama oluyor muyuz, olabiliyor muyuz diye sormadan edemiyorum ki.

“Tespihin imamesi koptu, taşlar dağıldı” diye feryat edip de naçar halde bekleşip durmanın ve sadece şikâyet edip hayıflanmanın bir çare olduğuna inanmıyorum ben. Artık eğilmiş başları kaldırmanın ve “biz buradayız” deyip de kardeşliğimizi hatırlamanın zamanı geldi ve geçti bile. Sadece bunu söylüyor olmaktan da bahsetmiyorum ben. Daha fazlasını istiyorum, çok daha fazlasını. Mazlumun boynuna yapışan eli bileğinden kırmayı, haklı olduğumuz yerde haksızların ve zalimlerin dilini susturmayı istiyorum. Evladını bir kez olsun kucağına alamamış olan babanın kolları arasını evladını vermeyi, “Meydanı boş mu buldunuz ulan” diyerek zulmü durdurmayı istiyorum. Uyuyamıyorum geceleri, her rüyada bir cenk meydanındayım. Zalimin önü sonu kesilmiyor, kesmekle bitmiyor, bitmekle yetmiyor, yetmekle tükenmiyor. Sonra uyanıyorum. Yine babaları ölüyor, onları hiç tanımayan küçücük çocukların.

Ama olmuyor, olamıyor, bir olsak, birlik olsak, ümmet olsak ve hep beraber tek ve asıl dava için yürüyebilsek karşımızda kimse duramayacakken sahte davlarının kölesi olmuş adamlarla aynı dinden olmuş olmanın sancısıyla yaşıyoruz. Ümmet olmak ne demektir, anlatamıyoruz adamlara. Ve haklı olarak feryat ediyoruz “Dağıldık Allah’ım, Sen topla bizi…”

Geçtiğimiz günlerde katil Sisi’nin idam ettirdiği gençlerden olan Ahmed Vehdan… Yeni doğmuş kızını ilk defa mahkemede annesinin kucağında görmüştü. Sonra bir diğer mahkemede dişlerinin çıktığını, masum ama acılı bir tebessümle haber vermişti ona karısı, parmaklarıyla kendi dişini göstererek.

Cumhurbaşkanımız şöyle demişti hatta tam da o zamanlar:

“Ey İslam dünyası, Mısır’da kardeşleriniz katlediliyor, Mısır’da hak, adalet vicdan katlediliyor peki siz bunları ne zaman duyacaksınız ne zaman göreceksiniz? Kardeşlerinizin kanı akıtılırken siz bu zulmü ne zaman fark edeceksiniz? Suriye’de de fark etmediniz. Yüz bin insan orada öldürüldü sesiniz çıkmadı. Hâlâ susuyorsunuz. Nereye kadar? Ne zamana kadar?”

İşte o Ahmed Vehdan geçtiğimiz günlerde idam edildi. Ve kızına, sadece mahkemede gördüğü küçük kızına son bir mektup bıraktı ve tam da şöyle yazdı.

“Sevgili kızım, kalbimin nuru… Bilesin ki baban hiçbir suç işlemedi. Bütün derdim, seni koruyup kollayacak bir vatan oluşturmak; seni bu koca bir hapishaneye benzeyen ortamdan kurtarmaktı.

Sevgili kızım… Seni bir tek kerecik olsun kucağıma alıp da öpemedim. Beni affet. Ama seni hiçbir ayrılığın olmadığı cennetin kapısında bekleyeceğim…”

Dursun Ali Erzincanlı ağabeyin şöyle bir cümlesini gördüm geçenlerde. Ne doğru ne güzel bir cümle…

“Sayımız kırk olunca Kâbe’ye yürüyecek; sayımız üç yüz on üç olunca Bedir’de kıyam edeceğiz! Ama henüz bir buçuk milyarız…”