“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım; karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi.
”
Yetmedi mi dünyayı böyle kara bir renge boyamak
Gecelerden yıldızları çalıp gündüzleri kör uyumak
-Emir Fuad-
Kitapların ardına gizlenmiş bir dünya var. Bilmem bilir misiniz ama orada yaşayanlar hep bir adım önümüzden yürüyor. Tarih bir milletin hafızası madem, biz hafızamızı kaybettik. Ya da daha iyimser; bazılarımızın hafızası yerli yerinde, geçmişi hatırlıyorlar ama onların hali daha vahim. Herkesin deli olduğu bir köyde akıllı olsanız ne olacak, değil mi ki orada size deli derler de kendilerini akıllı zanneylerler. Siz ki herkesten başka, herkesten tuhaf ve belki de herkesten kıymetlisiniz. Ama onca delinin olduğu bir diyarda akıllı da olsanız onların gözünde delisiniz.
Dedim ya kitapların arasında saklı bir dünya var. Orada yaşamak belki tuhaf gelebilir şimdilik bizlere ama en azından onları tanımak da mı tuhaflık? Bir vakitler biz onları tanımayalım diye tarihi değiştirdiler. Sonra okuyamayalım diye dillerini unutturdular. İsimlerini nisyan kuyularına attılar, hatırlatmadılar. Cemil Meriç üstadın tabiriyle tuğlaya döndü bütün kütüphaneler. Sonra anlamadık onları anlayamadık. Kimisini düşman bellettiler tazecik dimağlara, kimisi sefih, rezil, kimisi kızıl sultan, kimisi şehvetinin kölesi. Kimisi gaddar, kimisi deli… Ama ben size söyledim; onca delinin arasında akıllıysanız onlar elbette ki size deli diyecekler. Ve onlar deli gömleğinden bozma, yırtık çuldan biçilmiş libaslarının üzerine insan elbiseleri giyecekler, aramızda tebdil-i kıyafet gezecekler.
Her yıldız kaydığında dilek tutarmış insanlar. Bense mümkün olsa Fatiha okuyacağım ardından onların. Bence her milletin tarihi kendi gökyüzü gibi ya da daha tanıdık tabirle kendi gök kubbesi. Bazen kendi kayıyor o yıldızların, fezayı terk ediyor. Bazen de bir sicimin ucuna bağlamış gibi kara eldivenli ellerle çekiyor insanlar. Hangisi olursa olsun her yıldız kaydığında gök kubbemizden bir şeyler eksiliyor ve kararıyor her yer. Karanlıkta herkesin yüzü güzel görünür, belki de o sebeple karanlığı bunca seviyorlar. Her yıldız kaydığında canım acımıyor değil ama ben o acıdan değil, dertten kederden ağlıyorum. Belki de o kayan yıldızları gökyüzüne tekrar gözyaşımla bağlıyorum.
Kitapların içinde gökyüzünden kayan o yıldızlar var. Saklanmışlar, gizlenmişler. Ya da insanların onlara bu denli bigâne kalmasına içerlemiş de oralarda halvete çekilmişler; kırk gün değil kırk asır sürecek bir çile… Bizi o yıldızlara küstürdüler, eyvallah. Ya yıldızlar da küstüyse bize ne olacak? Gök kubbemiz yıldızsız mı kalacak?
“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım; karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi” diyen muharririn cümleleri şakaklarımı yakıyor da ilkin bütün ışıkları söndüresim yalnızca yıldızları seyredesim geliyor. Sonra susasım geliyor bütün söylenmemiş kelimeler hatrına. Ama yapamıyorum. Onca yıldızın acısını duyuyor, kıyamıyorum. Oysa aydınlık bazılarının gözlerini kör ediyor. Kör bir gözle tasvir ettikleri dünyanın suretine inanmak zorunda mıyım ki? Gördüklerime yalan diyorlar, bildiklerime yalan; sevdiklerime sövüyorlar, yolundan gittiklerimin mezarlarını dövüyorlar. Gözümün önünde kendi uydurdukları efsaneleri övüyorlar. Susayım mı? Neden? Susmak bir şeyler söylendiği vakit manalı değil miydi? Yerinde sövmek dahi belagatten değil miydi?
Kedilerin kuyruklarına tenekeler takıp da çıkan sesi musiki diye mi dinleyeyim yani? Şiir diye küfrün bin para olduğu “laf”ları mı söyleyeyim? Hafızamı mı sileyim yani? Yıldızları da toprağa mı gömeyim? Sana daha ne diyeyim; yıldızlarını çalıyorlar gökyüzünden lakin sen karanlığı bile fark etmiyorsun.
Yıldızlar saklıdır kitapların arasında. Ne elem ki fezadan sürgün edildiler de yalnızca oralarda kaldılar. Haydi diyelim bütün hataları sır edip bütün günahları akladınız. Ama Allah aşkına söyleyin, bütün yıldızları nereye sakladınız?