Tüm dünya, bir sinema filmini izler gibi canlı yayında, yok oluşunu izliyordu bir ülkenin. Bağdat’ta bombalar, benim yüreğimde ise depremler..

Kim durduracaktı bu hayasız akını? Bu nasıl çaresizlikti? 14’ündeki bir delikanlı için ne büyük sorular. Acılar büyütüyordu toplumları tarih boyunca. Böylece büyüdük biz, onar onar çıkarak basamakları. Benim neslim böyle, öncekiler ve daha öncekiler de. Bu coğrafyanın kaderi bu.

Sonra bir muştu gibi geldi haber. Erbakan Hoca, Türkeş ve Edibali’yi de yanına alıp, geziyor Anadolu’yu baştanbaşa. Boynumuza zehirli bir ilmek gibi geçirdikleri bu esaret zinciri kırılacaktı nihayet. İttifakın temelleri böyle atıldı. 1991’de aldığımız toplam oy yüzde 16’yı bulmuş, 62 milletvekili ile meclise girmiştik. Artık sözümüz, Beyazıt Meydanı’ndan semaya karışmayacaktı yalnız; milletin kürsüsünden dünyaya duyurulacaktı.

İhtiyacımız olan şey cesaret ve ümitti. Üç yıl geçmişti ki aradan, mütareke yıllarından bu yana caddelerinde irin, sokaklarında sefaletin kol gezdiği, dünyanın en güzel, dünyanın en bahtsız şehrinin talihi yeniden gülecekti. Çeyrek asırlık mutluluk ve refah hikâyesi ise böyle başladı.

Yine üç yıl geçmemişti ki aradan, dayanamadı “zorba”. Efendisinin emriyle yıktı milletin iktidarını. Dağıttı meclisi. “Kafası kadar büyük şarap kadehinin ardından bakan adam”, yarenlik ettiği darbeci paşalarla birlikte el birliğiyle yok etti ülkeyi. Kimsecikler yoktu imdadımıza koşacak. Yerde sürüklenen, duvarlara çarpılan bedenlerimiz değil, Anadolu’ydu.

O muştu, Pınarhisar Zindanı‘ndan yükseldi bu defa. Kerbela’ya dönmüş İstanbul’u suya, necasetle dolu sokakları felaha kavuşturan adam, zindandan sesleniyordu bu defa: “Sabredin, ye’se kapılmayın.”

Onun gibi yaptık. Yumruklarımızı sıktık. Sabrettik.

Ve Allah bize, Bağdat’ı, Saraybosna’yı, Mezar-ı Şerif’i yok eden kararların alındığı meclislerde “zulme boyun eğmeyeceğini haykıran bir ülke” nasip etti.

Yarın sandığa gittiğimde, sadece doğduğum bu şehri baştan sona imar eden, güzelleştiren, kara talihini döndüren “kadro”ya oy vermekle kalmayacağım.

85’indeki Halil amcayla birlikte Refah’ın bayrağını asmak için elektrik direğine tırmanan ve neşe içinde “düşüp ölürsek şehit oluruz, değil mi” diyen çocuğun yüreğini de yanımda götüreceğim.

Çünkü o yürek, bunca badireyi atlattıktan, bunca cefayı gördükten sonra hiçbir şeye ama hiçbir şeye küsemeyecek kadar dolu.