Birlikte yaşama kültürü, acil gündem maddeleri arasında olmalı. Gerek hukukla ilgili makalelerimde ve köşe yazılarımda gerekse her yıl hukuk öğrencilerine verdiğim derslerde kürsüden insanlık tarihinin ortak tecrübeleriyle öğrenilmiş belirli ilkelere vurgu yapmayı adet edinmiştim. Bu ilkeler “Birlikte yaşama kültürü”, multikulturalizm (çok kültürlülük) ve çeşitliliktir. Hatta bu ve benzeri konularda, 2005-2007 yıllarında Rusya’da da aynı başlıklar üzerine konferanslarım olmuştu.

Pratiğini geçmiş tarihi uygulamalarımızda ve başka ülkelerde de bulabileceğimiz bu ilkeler, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupası’nda savaşın tahripkâr etkilerini görerek daha geniş bir alanda yan yana yaşayarak barış ve huzuru sağlamak üzere formüle edilmiştir.

İngiltere, Rusya gibi imparatorluk geleneğine sahip olan farklı etnisite ve inançlardan gelen halkları kendi kültür hafızasında toplayan ülkelerde ve geniş coğrafi dağılımı ve geçmişi dolayısıyla Türkiye’de de farklı millet ve halkların yan yana yaşayabilmesinin formül ve kuralları oluşturulmuş ve pratiği de uygulanmıştır.  

Geçmişteki uygulamaların, hataları ve sevapları olduğunu söylenebilir. Ancak en azından, bu değerlerin farklı ad ve kalıplar içinde halk nezdinde bugün bile devam edegeldiği görülür. Kimisi imparatorluk bakiyesinin mirasından gelen kültüre, kimisi doğrudan İslam’a, kimisi ise diğer insani gerekçelere dayanarak insana, komşusuna, tanıdığına daha geniş bir müsamahayla yaklaşabilir.

Daha 1970’lere kadar Türkiye’de insanlar birbirine baktıklarında Kürt, Türk, Arap, Çerkes vs. kökenden olduklarıyla yaklaşmıyorlardı.  Bu kavramlar hemşerilikten öte bir anlam taşıyacak şekilde kullanmıyordu. İnsanlar bu çeşitliliği, onların memleketleri, geldikleri coğrafyanın renkleri olarak görüyorlardı. Bu renklilik, bir ayrım veya önyargı sebebi değil, bir nevi güzellik ve çeşitlilik olarak görülüyordu.

Ancak zaman içerisinde dışarıdan ithal edilen yeni anlayışlar ve kışkırtmalar, yan yana kardeşçe duran farklılıkları düşman kamplara çevirmek için elinden geleni yaptı. Buna cehalet de eklenince yer yer bu kamplaşmalar ve çatışmalar kendine zemin bulmaya başladı. Farklılıklar, 1980 öncesinde olduğu gibi, ideolojik kavgaya ve mezhep savaşına dönüştürülmeye çalışıldı. Türkiye çok şükür ki, bir Irak ve Suriye örneği gibi, sağduyulu halkı ve devlet geleneği ile halkın irfan ve tecrübesi dolayısıyla sonu gelmeyen derin bir iç savaşın içerisine girmedi.

Bugün Türkiye’nin güney sınırları uzun vadeli bir savaşın sancılarını en ağır şekliyle yaşıyor. Atılan etnik ve mezhebi fitne tohumları komşuların birbirine kardeş, komşu veya vatandaşlık bağıyla müsamahayla bakmalarına fırsat vermiyor. Suriye’de ve Irak’ta halkı anlamaya çalışmayan, onun nabzını doğru tutamayan zamanlarının atanmış yöneticileri, kendi ülkelerini derin bir etnik ve mezhebi savaşın ortasına atmış oldular. Bütünleştirici söylem yerine keskin bir ayrılık dilini kullanırken kendi halklarının kanlarını dökmekte hiçbir beis görmediler.

Irak gibi Arap, Türkmen, Kürt, Sünni ve Şiiler olarak karışık evlilikler yaparak mutlu ve huzurlu ailelerin oluşturduğu bir ülkenin böyle kolaylıkla parça parça olup 35 yıldır bu halde olacağı kimin aklına gelirdi?

Yaklaşık 40 yıldır savaş ve sonrasında yaşanan iç savaşta etnik ve mezhep farklılıkları üzerinden birbirine kırdırılan Afgan halkının, geçmişteki bin yıllık tarihinde böyle bir kaos ve aşırılık yoktu. Herkesçe malum olduğu üzere,  şiddet sarmalı içine düşen ülkelerde, savaş ortamında yetişen yeni nesillerin psikolojilerinin sağlıklı olması da beklenemez.  Daha keskin, birbirine karşı tahammülsüz ve yok etme üzerine zihin ve hayatlarını kurgulamaktadırlar.

Suriye’de Esed ailesinin baskısı, keyfi ve hukuksuz ve dışlayıcı yönetimine rağmen halk bir şekilde yan yana yaşamanın yollarını bulabiliyordu. Bunu savaş öncesi Suriye’sini bilen herkes ifade ediyor.

Cehalet farklı olandan korkma ve onu yok etme içgüdüsünü körüklüyor. Hâlbuki bilgelik ve erdem, farklılıklarla birlikte yan yana yaşamaya gönüllü olmayı veya en azından tahammül gösterebilmeyi gerektiriyor.

Hayvanların bile aynı ekolojik ortamda yan yana zararsızca yaşayabildiği bir dünyada insanların bunu başaramaması ne kadar da acı…

Farklılıklar dünyanın zenginliği ve çeşitliliğidir. Bütün dünyanın tek renk, tek dil ve bütün insanların robotlar kadar birbirlerine benzeyen seri üretim mamulleri olarak tek tipleşmiş olması, dünyayı ne kadar da sıkıcı bir mekâna çevirirdi. Allah, insanları ve bütün varlığı, farklı renk ve tonlarıyla “çokluk içinde birlik” kuralı ile yaratıp donatmış.  Biz insanlar ise diğerinin farklılığını kendimiz için doğrudan bir tehdit görmeye hastalıklı bir yatkınlık taşıyoruz.

Kendi ülkemize dönecek olursak şiddete yönelmemek, kardeşçe yan yana yaşamaya açık olmak kaydıyla ülkenin bütün renklerinin birbirleriyle kucaklaşmasını sağlamak, onların geleceğe doğru yan yana yürümeleri için kardeşlik hukukunu geliştirecek adımlar atmayı başarmak ülkenin de bütün coğrafyanın da geleceğinin sigortasıdır.

Bu uyum, sâbık dönemler yaratmadan, bugünün problemleri hepimizin ortak problemleri olarak kabul edilerek suçlayıcı ve keskin bir dil kullanmaktan kaçınarak ve karşılıklı önyargılarla mücadele ederek başarılabilir.

Bu minvaldeki yazılarımıza farklı başlıklar altında devam edeceğiz…