“Tarih tekerrürden ibarettir” dediklerinin ne olduğunu neden olduğunu bazen böyle gözlerimizin önünde göre göre anlıyoruz. Gerçi bence tam olarak doğru değil bu cümle zira sadece “tekerrür” yoktur tarihte. Ama ibret vardır, ders vardır. Hem de çokça vardır.

Son süreçte yaşadıklarımızı, yaşananları, olanları, yapılanları görünce bir benzerlik var diyorum kendi kendime. Tam çıkaramıyorum bazen. Hani birini görürsünüz de tanıdığınızı bilirsiniz ama nerede ne zaman tanıştığınızı kestiremezsiniz ya işte öyle bir hal.  

Bir yardım edin, bir el atın da beraber hatırlayalım.

Önce bugün olanlara bakalım, en azından ben kendimce ve kendi istidadımca okumaya çalışayım. Şöyle bir süreç yaşıyoruz. Dünyanın dört bir yanında zulmeden ve zulme uğrayan insanlar var. Ki bu garip bir şekilde bu dünyanın mutadı. Alıştı insanlık artık buna. Sıradan, normal ve günlük geliyor bunların hepsi. Asırlardır ve hep böyle. Elinde gücü olan ya da bir şekilde gücü alan güçsüz kalana zulmediyor. Ama bu zamanın bir farkı var. Bu zamanda zulüm hep yanımızda, yanı başımızda. Teknik geliştikçe ve teknoloji bu kadar ilerledikçe hep iyi olanı, güzel olanı getirmedi bize. Kötü olanı ve kötülüğü de bir tuş kadar yakınımıza getirdi. Kötülük yapmıyoruz belki ama bilmeden istemeden de olsa o kötülüğün içinde bir yerlerinde bulunuyoruz.

Bize gelince asırlardır kanımıza işlemiş, içimize sinmiş bir mertlik var bizim. Kötüyü, kötülüğü, zulmü ve zalimi görünce “orada dur” diyebiliyoruz. Bunu en zor en müşkül ve en “yapamazlar” denen zamanda bile yapıyoruz. Zira o vakitlerde aklımızın önüne gönlümüz, vicdanımız geçiyor. Güzel olanı şu ki halen dahi vicdanımız var bizim. Dünyanın pek çok yerinde ve pek çok milletinde uzunca asırlardır olmayan şey bizde hala diri bir şekilde duruyor. Ha bazen uykuya dalıyor ama ölmüyor, öldürülmüyor.

Ama bir şey var ki ne zaman başımızı kaldırıp da “orda dur” desek ve gücü kendi elimizde tutmaya, sesimizi daha yüksek çıkarmaya, “biz varız ve buradayız” demeye başlasak bir şeyler oluyor. Dışarıda ya da dışarıdan olanları bilmekle beraber kendi içimizde olanlara dikkat çekmek lazım bence burada; o da şu ki kendimize geldiğimiz her anda kendi içimizden bir bela tebelleş oluveriyor başımıza. Tam kılıcı çekmiş düşmanın kellesini indirecekken yere sırtımızın orta yerine bir hançer saplanıveriyor. O zaman da önümüzde diz kırmış aman dilenen düşman kaçıp çekip gidiyor. Kendi kendimize düşüyor asıl yapacağımızla mücadele etmekten uzak kalıyoruz. Tam şu anda ve tam şimdi öyle işte. Gayretle güzel işler başarırken içeride provokasyonlar yapanlar çıkıp da durdurmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Kardeşler, biz bu hikayeyi daha evvel defalarca okuduk. Bir örnek vereyim de anlaşılsın. Malazgirt zaferinden sonra Sultan Alparslan yanındaki komutanları “şimdi kartallar gibi Anadolu’ya yayılın” diyerek göndermişti. Onlarca gazi her bir yanına gittiler Anadolu’nun. Malazgirt’ten daha birkaç sene sonra 1075’te Süleyman Şah İstanbul önlerindeydi. Alacaktı İstanbul’u, Ayasofya’da başını secdeye koyacaktı. Öyle az kalmıştı ki. Ama bir şey oldu. Ardında birbirine düşmüştü bizimkiler. Kendi içinde bir kavgaya tutuşmuştu. Bizans’ın eli vardı elbette burada. Mertçe durmadığını namert gibi durduruyordu. Dragos Çayı anlaşmasını yapıp da geri dönmek zorunda kaldı ve biz İstanbul’un fethi için dört yüz sene bekledik.

Şimdi olanlar da bana hiç farklı gelmiyor. Ama bu kez “Bizans oyunları”na gelmeyeceğiz ve dört yüz sene daha beklemeyeceğiz.