Filistin meselesinin tarihini artık herkes çok yakından biliyor; hatta neredeyse ülkemizin tarihi kadar yakından… Çünkü Filistin, içinde ilk kıblemizin olması hasebiyle hem inanç dünyamızın abideleşmiş şehirlerinden biri hem de yaklaşık 401 yıl yönettiğimiz bir coğrafya.
Tabiri caiz ise Ortadoğu nasıl ki tarih boyunca dünyanın nabzını belirleyen bölge ise onun tetikleyicisi de -sinoatrial düğüm- Kudüs’tür. Tabii ki bunun böyle olmasının temel sebepleri var. Bunların başında da Kudüs’ün üç semavi din için kutsal olması geliyor.
Bu değiştirilemez gerçek, Kudüs’ün kaderidir aslında. Fakat bu bölgesel gerçeğe, 1917’de başlayan ve son dönemlerde de genişleyerek artan dışarıdan, hatta çok dışarıdan müdahaleler, sorunları çok karmaşık, içinden çıkılması güç bir duruma sürükledi.
İngilizler’in desteğiyle kurulan İsrail, ikinci dünya savaşıyla birlikte bölgedeki hâkimiyetini gittikçe artıran ABD’nin tam koruması altında işgal ve ilhak planlarını uygulamaya devam ediyor.
ABD-İsrail ittifakı özellikle son yetmiş yılın en yıkıcı ve kanlı ittifaklarından biri olmuştur. ABD, tarafı olduğu BM kararlarını dahi hiçe sayarak, Uluslararası Hukuku “dolanarak” ve hep riyakâr bir politikayla, İsrail’i koruma ve kollama görevini yürüttü, yürütmeye de devam ediyor.
Trump’la girdiğimiz yeni dönemde, temeldeki politika aynen varlığını korumakla birlikte, meseleye yeni boyutlar eklendi; BAE ve Suud ekseninde… Buna birde ABD ve İsrail’in İran düşmanlığı eklenince durum çok daha katmanlı ve çok bileşenli bir manzara arz ediyor.
Bugünün sorunlarını anlamanın en önemli yolu, başladığı günle bugün arasında değişen koşulları iyi tahlil etmekten geçer. Sorunlar başladığında bu coğrafya, “dengeleyici”si olan Osmanlı’nın yıkılışının getirdiği devasa sorunlarla boğuşuyordu.
Şimdi ise Osmanlı’nın kalbini temsil eden Anadolu, yeniden “denge” konumuna yükselecek hamleler yapmaya başladı. Tıpkı Kudüs’ün “dengeleyici din”i olan İslâm gibi, Türkiye de bölgenin yeniden “dengeleyici devlet”i olma yolunda önemli işaretler veriyor.
Bu işaretler sadece bizim tarafımızdan algılanmıyor tabii. Uzun bir dönemden beri Osmanlı coğrafyasında önce zihniyetleri sonra toprakları parçalayanlar da gerekli mesajları alıyorlar. Fakat bu mesajlar bizi heyecanlandırırken diğerlerini endişe ve öfkeye sevk ediyor.
Bu öfkenin en önemli sahibi ise ABD… “Ilımlı İslâm” safsatasına Türkiye’yi inandıramayıp “kontrol” zemininden de uzaklaşınca, bölgeyi “domine” etmek üzere yeni partnerler aramaya başladı.
Suudi Arabistan’ı önce ekonomik ablukaya alan ABD, şimdi de “Ilımlı İslâm” formülünü ona dayatmış görünüyor. Bölgeyi “gönüllü köle” yapmanın bir formülü bulunmuş gibi görünüyor; tabi şimdilik… Bu “gönüllülük” Suud Ailesi için ayrıca tarihsel bir yönteme de işaret ediyor…
Suud Ailesi Diriye’de küçük bir kabile iken Muhammed bin Abdülvehhab’ın teklifiyle mezhebine hami olmuş ve bu vesileyle her ikisi de büyüyebilmişti. O zaman mezhebin gücüyle “devlet”ini güçlendiren Suud, bugünlerde de ABD’nin korumasıyla ve bir devlet politikası olarak “Vehhabiliği yayma”nın yolunu bulduğuna inanıyor.
Oysa işgal planlayanların bir strateji olarak zamana yaydığı süreçte, bölgenin zenginliği olan her türlü farklılık tehdit altındadır. Başta “İsrail’in güvenliği”ni korumayı amaçlayan Teo-stratejik hamleler olmak üzere birçok sebeple, etnik ve mezhepsel kışkırtmalar yapılıyor.
Bütün gücün “birlik” olmaktan geçtiği bir zeminde maalesef çok acı gerçeklerle karşı karşıyayız. Yemen’in, Libya’nın, Suriye’nin bölük pörçük olduğu, Irak’ın adeta ABD mandasında güçsüz bırakıldığı, bir tarafta Suud, diğer tarafta İran ekseninde bazı devletlerin mezhepsel kopuşa zorlandığı gerçekleri ortada değil mi?
Topyekûn verilmesi gereken bir mücadeleyi sadece Türkiye’nin başarması nasıl beklenebilir; çok büyük bir başarı göstermesine rağmen…
13 Aralık 2017’de İstanbul’da gerçekleştirilen İslâm İşbirliği Teşkilatı (İİT) olağanüstü toplantısı ile çok güçlü bir ses verilmişti. Türkiye’nin dönem başkanlığında bugün de yine olağanüstü bir toplantı gerçekleşiyor.
ABD’nin adeta “siyasal diplomasi”yi bitiren saldırgan siyasetine güç veren içeriden destekler, bana göre dış tehditlerin hepsinden daha önemli. Meselenin bu denli sert bir zemine inmesi, eğer bir yol bulunamazsa “sıcak çatışma”lara her zamankinden daha yakın duruyor.
Siyasi diplomasinin masaya süreceği kartların sayısı her geçen gün azalırken, bölgenin darmadağınık halinden güç alan İsrailli yetkililerin açıklamaları da, tıpkı 7 Haziran 2015 seçimleriyle şımaran ve FETÖ’nün açtığı zeminde kendisine “olağanüstü güç” vehmeden, Türkiye’ye tehditler savuran PKK ve onun siyasi uzantısı partinin tavrını hatırlatıyor; meselenin nasıl neticelendiğini de tabii…