Dünyada son dönemlerde yaşanan ticaret savaşlarını, özelde de içinde bulunduğumuz bölgeye has gelişmeleri “emperyal genişleme”lerden bağımsız okumak mümkün değildir.
Özellikle ABD ve SSCB’nin iki kutuplu dünyayı temsil ettiği bir zaman diliminde çatışmalar görece daha azdı. Bunun sebebi bu iki gücün kontrol ettiği alanlarda çatışmalara kendi çıkarları doğrultusunda izin vermemesiyle ilgilidir. Bu söylediğim, kontrol edilen bölgelerde ne derece “demokratik” davranıldığından bağımsızdır ve ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur…
SSCB yıkılıp dünyada ABD’nin temsil ettiği tek kutuplu bir dönem başladığından buyana çatışmalar da ivme kazanarak artmaya başladı. Çünkü yeni dönemde hegemonya oluşturmak isteyen devletler de atağa kalktı…
Henüz emperyal aşamaya gelememiş bu devletlerarasındaki rekabet, artık ciddi bir şiddet sarmalına dönüşmüş gibi görünüyor. Burada zikredilmesi gereken en önemli nokta ise geçmişinde emperyal refleksler olan devletlerin ürettiği “genişleme” enerjisi ve ona bağlı olarak ortay çıkan şiddettir.
Dünya ekseninde İngiltere, Fransa ve Almanya’yı konuşurken kendi bölgemizde de Türkiye, İran ve Rusya’yı konuya dâhil ediyoruz. Bu noktada, büyük kalmak isteyen her devlet kendi hegemonyasını tehdit ettiğini düşündüğü güçlerle mücadeleye girişiyor. Mearsheimer bu durumu, “büyük güç politikasının trajedisi” olarak ifade eder ve hiçbir gücün bundan kaçamayacağını söyler. Ta ki hegemon güçler arasında bir dengelenme gerçekleşinceye kadar.
Bu dengelenme noktası Michael Doyle’un ifadesiyle “Augustus eşiği”dir. Bu eşik gerçekleştiğinde genişleme dengelenir ve bu denge devam ettiği sürece de bir “barış” ortamı devam eder. Hiçbir egemen güç kendi ayarındaki bir devletle mücadeleye girişmek istemez. Çünkü savaşın bir maliyeti vardır ve bu maliyet ile getirisi arasındaki denge bütün harekât planlarını etkiler.
Bugün dünyada genişlemek, nüfuz kurmak isteyen devletlerin en çok yoğunlaştığı bölge bizim de içinde bulunduğumuz coğrafyadır. Bu sebeple Türkiye’nin çıkarları ile hegemon devletlerin çıkarları sürekli çatışır hale gelmiştir.
Türkiye’ye karşı askeri güç kullanmayı göze alamayan hegemon yapılar, nüfuz alanlarını daha çok ekonomi üzerine kuruyorlar. Ya da direkt müdahalelerle olası karizma çizikleri yememek için vekâletçiler buluyorlar. Son dönemde yaşadıklarımızın, yegâne olmasa da en önemli sebebi bu aslında… Türkiye’de artık bölgesinde ve dünyada söz sahibi olmak isteyen bir ülke ve en azından kendi bölgesinde olup bitene kayıtsız değil. Bu sebeple de hegemon güçlerin endirekt saldırılarına maruz kalıyor…
Bu çatışmaların artarak devam edeceği çok açık çünkü, henüz ufukta bir dengelenme gözükmüyor. Hiç kimsenin geri adım atmak gibi bir durumu da olamayacağına göre yukarıda sözünü ettiğim, “büyük güç politikasının trajedisi” de kaçınılmaz oluyor.
Her saldırı bir test aracı… Bu saldırılara karşı gösterilen mukavemet ve başarı ise karalığın ve gücün somut bir ifadesi… Türkiye bu konuda önemli bir ilerleme gösterdi ve buna da devam ediyor… Emperyal bir güdüyle hareket eden ABD’nin endirekt yollarla da olsa karizmasını defalarca çizen Türkiye, rekabetteki öfkeyi de artırmış oluyor neticede… ABD’de de hegemonyası altında bulunan diğer toplumlara karşı “güçlüyüm” mesajı vermek zorunda. Aksi halde sorgulanmaya başlayacağı için o da geri adım atamaz… Bu sebeple birçok hamle yapıldı. Fakat bu hamlelerde istenen olmadığı gibi Türkiye’nin pozisyonunu daha da kuvvetlendirmiş oldu…
Ülkemizde son dönemlerde ortaya çıkan ve iktidar üzerinden devleti hedef alan saldırılar, yıkıcı kudrete sahip olmadıkları gibi farklı bir faydaya da hizmet ettiler. O hizmet de iktidarın dolayısıyla da devletin, yönetenler ve de millet tarafından sürekli gözlem altında tutulmasıydı…
Bu, iktidarın ve onun liderinin kendisini sürekli olarak ve yeniden kanıtlamasını gerektirdi… Çünkü güçlü iktidarlar ve güçlü liderler, “her noktada güçlü olmak” gibi informal bir baskı altındadırlar; girdikleri her sınavdan başarıyla çıkmak gibi bir mecburiyetle beraber… Zira siyasi güç kayıplarının ötesinde ki küçük kayıplar bile derhal “iktidarın güç kaybı” olarak yorumlanacağı için muktedir idareler ve güçlü devletler hep “birincilik baskısı” altındadırlar.
Türkiye’yi girdiği istikamette rahat bırakacaklarını zannetmek tarihsel gerçeklerle uyumlu değildir… Fakat “saldırı var” diyerek geri çekilmek de artık kolay değildir… Ya kararlı olarak ilerleyip “Augustus eşiği”ne ulaşacağız ya da ebediyen sömürenlerin karnını doyurmaya devam edeceğiz…