Şehirlerin ruhları var diyorlar, bence de öyle. Hem de bazen insanlardan çok daha fazla şey hissettirip çok daha fazla değiştiriyorlar dünyayı. Şehirlerin ruhları var elbette. Ve hatta bence insanlar yaşadıkları şehirlere benziyor. Yaşadığı şehir gibi mazlum oluyor bazen insan Kudüs gibi, yaşadı şehir kadar garip kalıyor bazen, Endülüs gibi, ve aynen kendi şehri kadar bir gayeye bir davaya bir derde inanıyor insan. Anadolu dediğim yer işte tam da böyle geliyor bana. Gönlü dertli bir diyar gibi, asırlardır taşıdığı sırrı halen dahi üzerinde yaşayanlara fısıldayan bir derviş gibi…

Kaybettiğimiz ne kadar çok şey var bizim kâri. Kaybettiğimiz, unuttuğumuz, hatırlamadığımız ve hatırlamaya bile çalışmadığımız ne kadar çok şey var. Son bir aydır türlü vesilelerle pek çok Anadolu şehrini gezdim, belki binlerce insanla tanıştım, konuştum, görüştüm, kimiyle dertlendim, kimiyle dertleştim. Ve fark ettim, gördüm ki Anadolu dediğimiz yer hâlâ ve her zaman bir coğrafi tanımlamadan çok daha fazlasıdır. Anadolu bizim varlığımızın, medeniyetimizin ve var olma derdimizin mayasıdır, biliyordum, görüyordum ama hissedememişim. Ve hâlâ bile oralarda bu maya bozulmamış da duruyor. İnsan hâlâ ve o kadar güzel ki oralarda. Açık söyleyeyim dedeme benzeyen insanlar gördüm mesela Sivas’ta, hâlâ onun gibi samimi ve hâlâ onun kadar masum. Adıyaman’da Müslüman olmanın kardeş olabilmek demek olduğunu ve uzak bir şehirden gelseniz bile misafirliğin bu denli samimiyetle nasıl olacağını ve olması gerektiğini yaşadım. Ve aynı şekilde, Malatya’da, Erzurum’da, Kayseri’de, Siirt’te Trabzon’da, Antep’te… Hepsinde ve her yerde aynı şey… Aynı his ve aynı huzurla döndüm. Oralarda insanlar pek çok şeyden yoksunlar belki, pek çok şeyi unutmuşlar ama insanlığı hiç unutmamışlar.

Ben bütün şehirlerin en güzel yanı İstanbul’a dönmektir sanırdım. Öyle inanırdım. Yanılmışım diyemem belki ama abartmışım. Zira İstanbul’da yaşayan bizlerin kaybettiğimiz, kaybettirdiğimiz, unuttuğumuz ve bozduğumuz o kadar çok şey var ki. Her birimiz Anadolu’nun bir şehrinden çıkıp da buraya gelmiş ailelerin çocuklarıyız belki ama sadece o kadarız ve o kadarı kalmış bizde. Anadolu’ya yani bize, yani aslımıza yüzümüzü dönersek şayet pek çok şeyi ardımızda bırakacağımızı ve hatta belki bıraktığımızı üzülerek gördüm kâri. Orada insanlar güzel, oralarda masum hâlâ pek çok şey, diyeceksin ki kötü olanı yok mudur, kusuru yok mudur? Vardır muhakkak ama “Kusur gören de kusurludur” fehvasınca varsa dahi görmedim.

Anadolu dediğim yerde hâlâ güzel insanlar, hâlâ nefes alınabiliyor mesele, hâlâ selam verilebilir ve hiçbir hesap yapmadan selam alınabiliyor, insanlara hatırları sorulabiliyor, Anadolu’nun temiz, güzel kızları yüzünüze bakarken hâlâ utanabiliyor hatta gözlerinize bile bakmıyor edebinden, delikanlıları baş eğip de selam veriyor mesela, çocuklar size amca diyor, kara yağız yüzlerinde gözleri ay gibi parlıyor, dillerindeki şive o denli güzel yakışıyor ki, öyle güzel yani, öyle samimi, öyle işte…

Anadolu mayası bu medeniyetin… Şayet ona da bulaşırsa bize bulaşan bu muasırlaşmak illeti işte o vakit kaybetmiş değil, kaybolmuş olacağız. Hem eskiler şöyle diyorlardı: “Et kokarsa tuzlanır ya tuz kokarsa?” O tuz, Anadolu işte…