"Tarih tekerrürden ibarettir" denmesine çok katılmıyorum ben. Genellemelerin çok isabetli olduğunu düşünmediğimden belki bu. Ama elbette ki hakikat boyutu var. Misal biraz tarih okuyanlar, az çok merak edip araştıranlar; yaşadığımız bugünlerin bir asırdan birkaç on sene evvel de yine bu topraklarda ve neredeyse birebir yaşandığını göreceklerdir.
Bir seçime gidiyoruz doğru. Ama kullanacağımız sadece oy değil. Ve bu cümle de öyle hamasi bir cümle değil. Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi sürecinde yaşananları düşünürsek aslında ne demek istediğim tam olarak anlaşılır. Dikkat edenler, bugün ne yapılıyorsa ne söyleniyorsa ne hedefleniyorsa o gün de aynısının yapıldığını görür. Bugün kimler bu yürüyüş dursun istiyorsa o gün de bunları isteyenlerin aynı kişiler olduğunu görür. Ha, bunu yapanlara diyecek bir sözüm yok. Zira onların kim olduğunu da ne çıkarla bunları yaptığını da biliyoruz. Ben gözlerine perde inenlere bir şeyler söylemek istiyorum. Zira sonları, Sultan Abdülhamid tahttan insin diye koparılan yaygaralara, uydurulan yalanlara ses çıkarmayıp da hal edildikten sonra ve devlet bir çıkmaza girince Beylerbeyi Sarayı’na gidip “bizi kurtar” diye eline ayağına yapışanlar gibi olacak.
Tarih bize söylüyor bunu. Sözüm vatan millet sevdalısı olduğunu, Allah’a kul, Peygamber’e ümmet olduğunu söyleyip de gözlerini kapayanlara.
…
Sultan Alparslan Malazgirt Meydanı’ndan zaferle çıkınca etrafındaki beylerine komutanlarına “Şimdi Anadolu’nun her bir yanına kartallar gibi yayılın” demişti. O yiğitlerin her biri “Atımızın gittiği her yer bizimdir” fehvasınca yollara düştüler. Her biri bir yana dağıldı her biri bir diyarı yurt tuttu.
Ama aralarından garip bir adam çıktı. Selçuklu hanedanındandı ve hatta taht iddiası olabilir diye ona da yol verilmişti. Öyle bir girdi ki Anadolu’ya Urfa, Adana, Antakya derken İznik’e kadar vardı. İznik Bizans için kutsal şehir, başkentlerinden biri. Yıl 1075… Yani Malazgirt zaferinden sadece dört yıl sonrası. İznik Ayasofyası’nı camiye çevirip ezan sesiyle süslüyor. Ve durmuyor. İstanbul’a sürüyor atını. Üsküdar’a kadar varıyor. Yıl 1081… Yani Anadolu’ya girdikten sadece on sene sonra. Ayasofya’yı görüyor. Niyeti, maksadı, gayesi asıl bu büyük Ayasofya’da ezan sesini yükseltmek.
Ama bir şey oluyor. Ardında, bizimkiler birbirleriyle bir kavgaya tutuşuyorlar. Birbirleriyle dövüşüyorlar. Çıkıp geri dönmeye mecbur kalıyor. Bizans ile Dragos Çayı Anlaşması’nı yapıp da çekiliyor geriye.
Bu geriye çekiliş bize neye mal oluyor, biliyor musunuz? Yaklaşık dört yüz seneye… Onun gelip de neredeyse kapısına dayandığı Ayasofya’dan içeri girmemiz için yaklaşık dört yüz sene daha beklememiz gerekti.
…
Şimdi bunu neden anlattım? Bilin ki bu memlekette bizi bir şekilde birbirimizle kavgaya tutuşturuyorlarsa ve birbirimize düşürüyorlarsa muhakkak büyük bir şeyleri başarmış ya da başarıyoruz demektir. Şimdi de tam öyle bence. Yine aynı oyun yine aynı hile. Biz birbirimizle kavgaya düşmüşken onlar yoldan döndürecek bizi.
Ama bizim bir dört yüz sene daha beklemeye tahammülümüz yok.