“Tarihin tarihi” çalışmaları ya da Tarih Felsefesi üzerine kaleme alınmış metinler bize tarih usulüne dair çok önemli ufuklar açar. Onların açtığı bu engin ufuktan bakıldığında bugün tarih adına yapılanların “panoramik fotoğraf”ı çok daha “net” olarak ortaya çıkar.
Marc Bolch’un; “Zamana tabi insanların bilimidir tarih.” cümlesinden mülhem, her dönemin kendi koşullarına sadık kalarak, anakronizme düşmeden bir tarih okuması yapmak elbette zor olmakla birlikte, farklı kaynakların değerlendirilmesi ile daha gerçekçi bir analize ulaşmak da imkânsız değildir diye inanıyorum.
“Gün değişir, dün değişir.” ifadesi, günün düne dair hiçbir iz taşımadan değiştiği manasını veremez. Bu noktada ünlü antropolog Marcel Mauss’un; “Bir değişim ne kadar sıra dışı görünürse görünsün, içi geçmişle doludur.” mealindeki cümlesi bize çok şey söyler. Her ne kadar tekerleğe bakarak uzay mekiğine ulaşamasak da uzay mekiğine uzanan sürecin başında inkâr edilemez bir “tekerlek icadı” vardır.
“Dün yoksa bugün de yoktur.” aslında sadece zamana sadık kalmayı değil aynı zamanda ruhuna da sadık kalmayı zorunlu kılar. Çünkü yarının dünü olacak bugün yoksa yarın da olmayacaktır. Bu, başka bir anlamda yaşayan insanın kendi kendisini “yok” sayması olmaz mı? Bu “yok” sayılma da bütün çabaları “boş” ve anlamsız hale getirmez mi?
O halde yaşayanın, yaşadığı her olayı bir ölmüşün hayatıyla benzeştirme çabası bir pragmatizmden uzak olmak zorunda. Bu, geçmişi bozarak hatta yeniden inşa ederek kendi varlığını meşrulaştırmaya çalışanı da tehdit eden bir girişmedir. Zira kendisi de gelecekte “kendi” olarak var olamayacaktır.
Sosyolog Jean-Pierre Le Goff bir değişimin kaçınılmazlığını ama aynı zamanda geçmişten tamamen kopmuş bir değişimin de ne denli tehlike içerdiğini, “Bir toplumun kimliğinin zamanla değişmeyecek, süreğen bir töz olmadığı gibi daimi ve belirsiz hareket modeliyle de değerlendirilemez, aksi halde dünya ile kaos fikrini yan yana düşünmemiz ve dünyayı anlamlı kılan tüm girişimlerden de vazgeçmemiz gerekir.” sözüyle çok çarpıcı olarak ifade eder.
Geçmişi, kendisini köklü bir geleneğe sahip olarak göstermek isteyen hümanistlerle başlayan bu tarihselci yaklaşım, sadece bununla da kalmayıp ihtiyaca göre de bir “tarih inşacılığı”nı doğurdu. Bu tarih inşacılığı çok manidar bir şekilde “ulusçuluk” fikriyatçılarının elinde adeta hormonlu bir gelişim sergiledi.
Birinci dünya savaşının ardından dağılan dört imparatorluğun uluslarına, kendilerini köklü bir geçmişe bağlama iksiri olarak hizmet eden bu inşa faaliyetine daha sonra Benedict Anderson’un dediği gibi: “hayali cemaatler” ya da “geleneğin icadı” gibi tanımlamalar yapıldı.
Geçmişle bugünü buluştururken “insaf” ve “hakkaniyet” çok önemli… Ta ki, ruhumuza ya da nefsimize hoş gelen “ulus” damarımızı titreten “inşa” bile olsa…
Zamana sadık kalmayan her değişim ya da değiştirme, bir sonraki ve hep sonraki nesillerin atalarının izinden, biraz daha sonra biraz daha kopmasına sebep olacaktır. Bu da “ufalanmış” hatta inşacıların elinde savrulmuş, muhtevası şaşmış, şuursuz ve izi olmayan bir gelecek inşası demektir…
Pragmatik bir duyguyla sadece günün ihtiyacını karşılamak değil güvenli, duygudaş nesiller için de zamana tabi, zamanına sadık bir tarih anlayışı olmazsa olmaz gibi…