Etrafımızı örmeye çalışan ve belli ki kişisel servetiyle elde ettiği ekonomik “zafer”in sarhoşluğu ile sapkın bir güç kullanıcısı durumuna dönüşen Trump’ı en iyi tahlil edebilecek yaklaşımlardan biri Ian Robertson’a ait.
O güç zehirlenmesine uğramış bir “zafer sarhoşu”nu söyle ifade ediyor: “Güç, antidepresan ve kaygı giderici bir ilaçtır. Çünkü güç, liderlerin beyinlerinde testosteronu artırır; testosteron beyindeki kimyasal haberci dopamini artırarak iyimserliğe, stratejik düşünmeye ve ‘önseziye’ yol açar. Ancak denetlenmemişse veya süresi çok uzunsa, neredeyse kaçınılmaz olarak beyin işlevlerini çarpıtarak yargı bozukluğuna, vazgeçilmezlik yanılgısına, risklere karşı kör olmaya ve duygusal duyarsızlığa yol açar.”
Özellikle son cümle, Trump’ın durumunu anlatabilmek için adeta biçilmiş kaftan gibi. Yani aslında Trump yaptığı hamlelerin nelere mal olabileceği noktasında “kör” bir riskin peşinden koşuyor.
Devlet yönetirken, yaptığınız bir hamle ile sayısız değişkeni hareket ettirmiş olursunuz. Üstelik yaptığınız hareketin bugünkü tetikledikleri de meseleyi izah etmeye yetmez; yeni değişenler ile onların da etkileyeceği sonrakiler çok daha karmaşık ağlar örecektir. Yani devlete göre çok daha basit değişkenlerin işlediği şirket yapıları, devletle asla kıyaslanamaz.
Üstelik Trump kendi şirketlerinde sermeyenin sahibiydi ve kimseyi işine karıştırmaya bilirdi. Bu durumda da hiç kimse ona, “sen nasıl bizi işlerine karıştırmazsın” demez/diyemez; hatta umurlarında bile olmaz belki de. Fakat devlet tüzel bir yapıdır ve her vatandaşın da o yapıda eşit hakları vardır. Aynı Turmp burada da aynı repliği tekrarladığında, bu defa seçmen aynı duyarsızlıkla karşılık vermez/veremez. Çünkü mesele sahsın özel mükellefiyetinden çıkmıştır artık.
Trump hâlâ kendisini şirketlerini yöneten patron gibi hissediyor ve para getireceğini düşündüğü her şeye “kör” bir muhteris gibi saldırıyor. Fakat bu muhterisliğin, devletlerarası ilişkilerde, “iki kere iki her zaman dört etmez” gerçeğini ıskaladığını da görmek gerekir.
Trump bir başka körlüğü de Türkiye’ye karşı takındığı saldırgan tutumuyla yapıyor. ABD’li devlet adamları diplomasi ve bulunduğu bölge açısından da Türkiye’nin ne ifade ettiği noktasında sürekli uyarılar yapsalar da pek kulak asan yok gibi. Son dönemde yaşadığı zaferlerle adeta “zafere randevulaşmış” bir millete saldırmanın büyük yanlışlığını da göremeyen bir “kör”lük var ortada.
Zafer sarhoşluğuna düşmeden sıralayayım isterseniz nasıl yenilmediğimizi: Gezi, 17-25 Aralık, 15 Temmuz, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve arada yaşanan onca ekonomik, mezhepsel ve etnik hamle. Üstelik bir ülkeye Zafer Haftasında saldırmanın “kör”lüğü var birde.
Malazgirt’ten ilhamını almış ve 30 Ağustos Zafer Bayramı ile zirve yapmış bir milli ruha diz çöktürme girişimi bu…
Başarılı olabilir mi sizce?
Ben olamaz diyorum. Birinci ihtimalim, Allah’ın haklının yanında olduğuna inancımdır elbette. Sonra tarihteki örnekler…
Marjinalleşen ya da marjinal fikirleri kontrol edemeyen devletler, güçsüz devletlerdir. Bu güçsüzleşme önce zihniyette başlar sonra fiiliyata geçer ve maddi yapıyı sarsar. İbn Haldun gibi bir dahi bu tezi çok mükemmel örnekleriyle anlatır.
ABD’de bugün zihinsel çöküşünün emarelerini, attığı işaret fişekleriyle göstermeye başladı. Ben, ecdadımın perspektifinden bakınca çok net görebiliyorum. Göremeyen varsa o, onların ilmi derinliği ile sorgulanmalı. Görmeyi “göz” seviyesinde yaşayanlara “akıl” ile görmelerini öneriyorum. Tabi bunun için çoook okumak da lazım…