Dost bî-vefâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn, 

Dert çok, hemdert yok, düşman kâvî, tali’zebûn..

Fuzûlî

İnsan insandan ne bekler ki kâri? Ne umar mesela? Dur, yanlış soru bu, zira sen ‘hangi insandan bahsediyorsun?’ diye sorabilirsin ve haklısın da. Şairin de dediği gibi insan türlü türlü… O zaman düzelterek soruyorum; insan, dost bildiği arkadaş edindiği, yanında durduğu ve yanında olsun istediği insandan ne bekler ve ne umar ondan? Ya da neden dost neden arkadaş ve neden yoldaş olur? Hepsi başka hatta bambaşka kavramlar, biliyorum. Arkadaş, dost, yoldaş… Ama hepsinin benzer ya da ortak yanları da elbette var. Bence insan biriyle evvela tanış olur sonra olursa ve isterse arkadaş… Ve onların arasında şanslı birkaç hatta çoğu zaman bir kişiyle dost olur. Hatta bazen dost, kardeş olur.

Neyse geçiyorum. Dostluğun arkadaşlığın muhabbetin ne olduğunu uzun uzun anlatacak değilim. Herkes en az ben kadar biliyor zaten onu. Ve zaten ne sütun buna yeter ne de bugün sana anlatmak istediklerim bunlar. Meseleyi merak edenler mesela Fethi Gemuhluoğlu’nun Dostluk Üzerine kitabını da okuyabilirler elbette. Ya da dostlarıyla muhabbet de edebilirler. Ama bir dost bulamadan gün akşam da olur. Söylemeden geçmeyeyim.

Fethi Gemuhluoğlu’ndan bahsetmişken hem birer Fatiha gönderelim ruhuna ve hem de bir alıntı yapayım dostluk bahsinde. Aynen şöyle diyor o;

“Size bazı dostluk, remzî de olsa bazı dostluk hikâyeleri anlatmak isterim. Bu hikâyeler hakîkatın ta kendisidir. Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr’dır. Kucağında, mübârek bir emânet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübârek emânet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû-Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.”

Bana sorarsan eğer, vefa diye bir tılsım var insanların arasında. En azından olması gerekir. Hem bu vefa denen mesele bir bağ ile bağlar insanı birbirine. “İnsan insandan en çok ne bekler?” sorusuna cevap verme hakkımı kullanıp da “vefa” diyorum ben. Ve bence insan en ziyade diğer insandan -hele ki dostu, arkadaşı ve kardeşi bilmişse onu- vefa bekler. Lakin bu vefa denen mesele kanaatimce sadece insanla ilgili de değildir. Ve en başta şunu kabul edelim: vefasızız. Neye? Bence tarihimize vefasızız, kültürümüze vefasızız. E tabii ki bunlara vefası olmayanın insana da vefası olmuyor. Bunlara da olur mu ki vefa? Olmalı. Ve yeri gelmişken söylemeliyim. Tarihe de vefa duyar insan. Ya da duyması gerekir. Hiçbir şey değilse sahip çıkması, nereden geldiğini unutmaması, unutan varsa hatırlatması gerekir. Kültüre de vefa gerek, yaşamak ve yaşatmak için. Bilmem nereden gelmiş iki günlük, yarım yırtık heveslere kültürü heba etmemek için. Ve en büyüğü dava da vefa ister. Tek başına kalmış olsa da ve başka kimse durmasa da yanında davasına vefa gösteren adamlar bekler. Ve asırları aşan davalar da öyle adamların sırtında büyür zaten.

Ümit Abi dert yanmıştı davaya vefasızlıktan. Ben dava da görmüyorum ki gayrı ortada. Vefayı da aramıyorum. Ve doğal olarak dert yanmıyorum da. Sadece anlatıyorum. Onun için hak veriyorum Ümit Abi’ye. Haklı yani. Ama haklı olmak güçlü olmak manasına gelmiyor bizim zamanımızda ama güçlü olanı haklı sayıyorlar. Ümit Abi kim mi? Mahallemizin güzel abilerinden biri.

Ve burada belki de doğru soru şu olacak; vefa neydi? Bence eskilerin dediği gibi ‘Vefa yalnızca İstanbul’da bir semtin adıdır.’ Ve O semt. Nerededir? Diye sorarsan bana boşuna arama bulunmuyor bugünlerde. Ya kayboldu ya kaybedildi. Belki de çok eski tarihlerde efsane gibi anlatılan bir yer sadece. Efsanelerde anlattılar ve sonra unuttular…