10 Mayıs 1871’de imzalanan Frankfurt Antlaşması ile Fransa, Alsas ve Loren’i (Alsace ve Lorraine) Almanya’ya bırakmak zorunda kalmıştı. Ancak zamanla anlaşıldı ki bu durum, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’na giden yolun kapısını ardına kadar aralamıştır. Tarihsel ve stratejik nedenlerin yanı sıra ekonomik sebepler de Almanya’yı bu vilayetleri topraklarına katmaya ikna etmiştir. Nitekim Endüstri Devrimi’nin iki elzem ihtiyacı olan kömür ve demir madenleri bu bölgelerde bol miktarda bulunuyordu. Lakin demir ve kömüre her devletin ihtiyacı vardı. Hakkaniyet yerine güce dayalı paylaşım, tüm Avrupa’yı tarumar etmiştir. Sonuçta Avrupa’da savaşan kalmayıncaya kadar savaşlar sürmüştür.

Refah, güvenlik ve savaş, uluslararası ilişkilerin üç sihirli kelimesidir. Her üçü de güç, zenginlik ve saygınlık ihtiva eder. Bunların yanında her üçü de farklı zamanlarda farklı anlamlara bürünmüş; bazen işbirliğini bazen de çatışmayı salık vermiştir. Ancak bu durum ‘Alaaddin’in Sihirli Lambası’ndan öte bir şeydir. Ahlakın güce tabi kılınma çabası ve ulusal çıkar söylemi, lambadan iyilikler yerine kötülükler çıkartabilir ve böylece tüm değerleri yok edebilir. Ulusal çıkar uğruna tüm eylemleri meşrulaştırma, ahlakı ve normları dışlayan güç siyasetine dayalı bir düşüncenin ürünüdür. İnsanlığı ve doğayı felakete sürükleyen ve bir türlü kalıcı barışı tesis edemeyen klasik uluslararası ilişkiler düşüncesine yakıştırılan özerklikten dolayı, tüm dramatik olaylar, insanlığın geneli tarafından kolay kabul edilebilir vaziyete gelmiştir. Yemen’de yaşanan faciaya karşı duyarsızlığın bir nedeni de budur.

Uluslararası ilişkilerde bir devletin öneminin onun küresel güç dengesini etkileme kapasitesinden ileri geldiğine dair düşüncenin varlığı, devletleri güç ve güvenlik mücadelesine hapsetmektedir. Haliyle bu düşünce, okullar ve diğer kurumlar vasıtasıyla toplumun geneline yayılarak hâkim mütalaaya dönüşmektedir. Nihayetinde insanlar arasında savaşın kaçınılmaz ve normal; barışın geçici ve anormal olduğu fikri yaygınlık kazanmaktadır. Diğer taraftan kaygı verici bir durum daha vardır: Savaşların, militarist ve demokratik olmayan yönetimler tarafından çıkarıldığı iddiasıdır. Bu düşünceye göre, demokrasi ve serbest ticaret, savaş denen illetin tek reçetesidir. Belki, İkinci Dünya Savaşı’nın görünür nedenleri arasında yer alan Mussolini ve Hitler üzerinden bu tez anlam kazanabilir ama serbest piyasa ekonomisine dayalı demokrat devletleri, taraf oldukları savaşlardan aklamaya tek başına yetmeyebilir.

Bu doğrultuda, demokrat ABD’nin demokrat olmayan Irak’ı 2003 yılında işgal etmesi ele alındığında, savaşın müsebbibinin Irak değil de ABD olması yukarıdaki tezi zayıflatmaktadır. Buna benzer çok sayıda misal tarihten ödünç alınabilir. Her şeye rağmen, demokrasi ile yönetilen devletlerin savaşma olasılığı diğerlerine nazaran düşük bir seviyededir. Zira bu toplumlarda savaş retoriğinden ziyade barış retoriği daha güçlüdür. O halde daha barışçıl bir uluslararası ilişkilerin inşası için; insani değerleri esas alan, paylaşımcı ve hakkaniyete dayalı mekanizmaların ulusaldan küresele yaygınlaştırılması zorunludur. Cemal Kaşıkçı cinayeti, mevcut uluslararası ilişkiler nizamının ne kadar köhne, dogmatik ve geliştirilmeye muhtaç olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.