Bir önceki yazımızı ırkçılığın kesinlikle psikolojik bir rahatsızlık olmadığı aksine toplumsal, iktisadi ve siyasi boyutları ve hedefleri olan ideolojik bir program olduğu tespiti ile bitirmiştik. Irkçılık tarih boyunca tüm toplumlarda ve kültürlerde rastlanan bir olgu olmasına rağmen kapsamlı bir ideoloji olarak ilk defa 16. Yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıktı ve oradan dünyaya yayıldı.

Bugün biyolojik farklılık iddiasına dayanan kafatasçı ırkçılık ile kültürel farklılıklara dayanan kültürel ırkçılık dünya üzerinde yabancılar, göçmenler, mülteciler ve Müslümanlar ile ilgili ırkçı argümanları şekillendirmektedir.

Dolayısıyla Batı’dan gelen bir veba olarak ırkçılık ideolojisinin toplumumuza taşınması modernleşme tarihimiz ile paralel olarak gerçekleşmiştir. Buna rağmen ırkçılık ideolojisinin devlet, hukuk ve hükûmet sistemi düzeyinde ne Osmanlı ne de cumhuriyet döneminde neşvünema bulduğunu söyleyemeyiz.

Zira ırkçılık haddizatında bütün kültürel ve toplumsal müktesebatımız ile oldukça ters bir dünya görüşüydü. Bundan dolayı da 29. Ekim’de 100. yılını kutlayacağımız cumhuriyet, bir ulus devlet olarak kurulurken Türklüğü; biyolojik bir ırk algısı üzerinden kurgulamamış aksine kültürel, dinî, lisani ve tarihî miras üzerine inşa ettiği çok geniş bir etnisite kavramı üzerinden tanımlamıştır.

Fakat cumhuriyet tarihi boyunca bazı entelektüellerin ve siyasetçilerin ırkçılık ideolojisini benimsedikleri bir gerçektir. Bundan dolayı ırkçılığın Türk toplumunda tarihsel ve toplumsal bir tabanının olmadığı yönündeki argüman doğru ama eksik bir argümandır. Doğrudur zira bu arka plandan dolayı Türkiye’de ırkçı bir rejimin kurulması hiçbir zaman mümkün olmamıştır ama bu durum yüzünü Batı’ya dönmüş bazı entelektüeller, siyasetçiler ve toplumsal kesimlerin ırkçı düşüncelerden etkilenmesini engelleyememiştir.

Son günlerde Türkiye’de yabancılara, mültecilere ve göçmenlere karşı iç ve dış mihraklar tarafından köpürtülen ırkçılık işte bu tarihsel zemin üzerinde yükselmektedir. Küresel siyasetteki konjonktüre baktığımızda ise Batı’da başlayan ve tüm küreyi etkileyen yeni bir ırkçı aşırı sağcı dalganın etkisi altında olduğumuzu söyleyebiliriz.

2010 yılından itibaren etkisini göstermeye başlayan bu küresel ırkçı salgının etkilerinin ülkemize ulaşması, Türkiye’nin içinden geçtiği gezi kalkışması, darbe girişimi gibi olağanüstü koşullardan dolayı gecikti. Buna rağmen 2019 yerel seçimleri ve 2023 cumhurbaşkanlığı seçimleri bu küresel salgının Türkiye’yi de etkilemeye başladığını bize açık bir şekilde gösterdi.

Her şeyden önce 5 milyona yakın mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye’nin mülteciler ve yasa dışı göçmenler ile ilgili bazı sorunlar yaşadığı bir hakikat. Bu sorunları oluşturulmaya çalışılan histeri hâline prim vermeden, rasyonel bir şekilde yönetmek ve planlamak Türkiye’nin iç ve dış politikadaki ulusal çıkarları açısından hayati öneme sahip.

Bunun ötesinde bu meseleyi Türkiye’nin yumuşak karnı olarak gören dış mihraklar ve onların yerel iş birlikçilerinin her türlü provokasyonu yaparak bu tartışmayı rasyonel zeminin dışına taşımaya çalıştıkları görülüyor.

Bu resimden dolayı bu mesele artık bir ulusal güvenlik meselesine dönüşmüş durumdadır. Bundan dolayı provokasyonların engellenmesi, sorumlularının cezalandırılması, iç ve dış bağlantılarının deşifre edilmesi ve geniş toplum kesimlerinde göç ve mülteciler ile ilgili oluşan endişeleri giderecek rasyonel planlamaların yapılması Türkiye açısından kaçınılmazdır.