İnsanı insan yapan şeylerin başında gelirdi mesafe. İnsanı insandan ayırdığı kadar, insanı insana yaklaştırırdı da…

Daha çok da insanın kendisiyle arasındaki mesafe belirleyici olurdu.

Evet, eskidendi.

Artık yok mu?

“Nerede o eski…” edebiyatına girmeyeceğim. Zira hayat canlıdır. Değişir. Değiştirir. Doğurur. Büyütür. Yürütür. Koşturur. Durdurur. Canlıdır. Candır. Zamandır. Ruhtur. Olgunlaşır. Dünden farklıdır. Yarın da farklı olacak.

Fekât…

İnsanı insandan uzaklaştıran tehlikeli çukurlara aldırış etmememiz manasına gelmez bu.

Çukur karanlıktır. Karar anlıktır. Tecrübeye kulağını tıkayan için çukur müstahaktır.

İnsanlık tecrübesi, evet…

İnsanı insandan uzaklaştıran mesafesizlik diyorduk…

Mahrem alandan gittikçe uzaklaşan, mahrem olana fazlasıyla yaklaşan ve bütün mahremleri kendine yaklaştıran bir tehlikeyle karşı karşıyayız: ASS (Aşırı Selfie Sendromu…)

Sendrom dediğime bakmayın, bunun tam olarak bilimsel karşılığının ne olduğunu bilmiyorum. Umurumda da değil. Bilimin teşhis koyamayacağı, ilmi bir mesele var.

Eskiden görünür olmak ayrıcalıktı. Çok eskiden bahsediyorum. Görüntünün hayatımıza girdiği ilk çağlardan bu yana…

Hiyeroglifte kimse ismiyle yer almazdı. Temsiliydi. Ancak kralın ya da kendini tanrı sanan yöneticinin ismi koyulurdu.

Resim geldi sonra… Herkesin resmi yapılmazdı. Sanatkâr da bu hususta seçiciydi, resim sipariş edecek burjuva da… Yani bir ticari sektör söz konusuydu. Zaten Batı’da sanatı sistematik şekilde ayakta tutan şey de bu ticari mevcudiyetti. Neyse, konumuza dönelim…

Resmi yapılacak kişinin ayrıcalığı olmalıydı. Önemli bir isim… Ya da bir şekilde parayı bulmuş biri… En spesifik olarak da bir ressamın gönlüne düşmüş, hayatına etki etmiş kişi…

Sonra fotoğraf geldi. Pahalıydı. Ulaşılmazdı. Herkes fotoğraf karesine giremezdi. Özel zamanların, unutulmaz anların hatırasıydı fotoğraf çekilmek. Herkesin hayatında sadece birkaç tane…

Sonra sinema başladı. Bambaşka bir hayat. Hareketli görüntü. Kimin haddine içinde yer almak. “Fabrikadan Çıkan İşçiler”den biri değilseniz, bir filmde yer almak hayalden de öteydi. Evden kaçmaların sebebiydi. Nice hayatların söndüğü emeldi.

Sonra televizyon girdi hayatımıza… “Sinema ölecek” dediler. Daha da güçlendi. İnsanoğlu için görünür olmanın bir nebze daha kolaylaştığı alandı. Hem de kitlesel olarak görünür olmak. Dünyanın bir başka ucuna ulaşabilmek… Hayal bile edilemezdi…

Sonra internet geldi… Evet, geldi… İnsanlığın bütün bu görünür ol/ama/ma hikâyesini bünyesinde topladı. Hiyeroglif (emoji), resim, fotoğraf, video, vs… Aklınıza ne gelirse hepsi kendisinde mevcut. Üstelik ulaşılabilir. Şahsi. Herkesin kendine ait fotoğraf makinesi, televizyon istasyonu, sinema filmi olabilirdi.

Oluyor…

Olacak…

Ve bütün bu olabilirliklerin ürettiği ‘kendine dönme’ halinin ‘gösterme tuzağı’; Selfie…

Özçekim de diyebilirsiniz…

Sonuçta her ikisi de bizim büyük çaresizliğimiz…

Kendini bir kompozisyonun içine koymak… Ama tam içine… Merkezine… Herkesin önüne…

Böylesi bir manzaranın nefs için ne manaya geldiğini söylemeye gerek yok sanırım.

Sosyal medya uygulamalarıyla bu enaniyet patlamasını binlere, milyonlara anında ulaştırabilme ve anında dönüş alabilme kolaylığı da eklenince…

Başa dönelim…

Hiyeroglifte adı geçen ve kendini tanrı zanneden insanlardan ne farkımız kaldı…

Evet şöyle bir fark var; artık hepimiz kendimizi tanrı zannediyoruz!

Nadiren selfie/özçekim kullanmaktan bahsetmiyoruz elbet. Kendini buna teslim etmişlerin kuşağındayız. Tehlikedeyiz. Artık başlıca düşmanımız (ya da mücadele alanımız) bu olmalı.

Bu yazıyı okuyan kendini tanrı zannedenler bütün tanrı zannedenlere haber etsin…

Son düşman; özçekim!