Büyük bir tarihin neferi olmak bizi hep gururlandırmıştır. Her milletin bir tarihi vardır ama bizim tarihimiz olağanüstü işlerle dolu. O nedenle gururlanmakta pek de haksız sayılmayız. Ancak işin ilginç yanı çok sevdiğimiz tarihimizle ilgili oldukça az şey biliriz. Olsun, o az bize yeter diye düşünürüz. Çünkü onun üzerinden “kesin ve keskin inançlarımız” vardır. Bu yüzden de bizim için tarihte ya “kahraman” ya da “hain” vardır. Anlaşıldığı ve yaşadığımız üzere tarihe bakışımız oldukça sıkıntılıdır.
Diğer taraftan da bu kadar büyük tarihî derinliğe hâkim olmak da çok zor bir iştir. Şimdilerde durum nasıl bilmiyorum ama bize tarihin sadece savaş tarafı öğretilirdi. Savaş tarihi ilk bakışta cazip gelse de insanda şu duyguyu oluşturuyor: “Bizimkiler de savaştan başka bir şey bilmiyor.” Zaten bu algının Batı tarih yazıcıları tarafından pompalandığını düşünüyorum. Daha çok Osmanlı Devleti ile başlarız ki ortaokulda iken kronolojik olarak Osmanlı tarihini ezberlemiştim. Oysa daha derin ve yeryüzünün birçok coğrafyasına yayılmış bize dair hikâyeler vardır.
Televizyon dizileriyle tarih anlayışımız bir tür su üstüne çıktı. Bunlarla da birlikte bizim hikâyelerimiz dünyanın her yerinde yoğun ilgiyle karşılandı. Bu ilginin sebepleri arasında yapımların teknik ve içerik olarak güçlü olmalarının yanı sıra Türk tarihinin dünyanın her yerinde izlerinin olması da önemli bana göre. İslam dünyası ve Türk dünyası Türkiye’yi bu diziler sayesinde çok yakından takip etmeye başladı. Onlar da ortak tarih ve kültür sayesinde bir tür duygudaşlık zemini buldu.
Tarihî diziler önce TRT’de neşvünema bulmuştur. 1970’lerde başlayan edebiyat uyarlamaları 1980’li yıllarda tarihî dizilerle devam etmiştir. Burada Yücel Çakmaklı’nın çektiği “IV. Murat”, “Hacı Arif Bey”, “Küçük Ağa”, “Kuruluş-Osmancık” televizyon filmlerinin seyirciyi ekran başına kilitlediğini hatırlatayım. Önce Türk seyircisi, sevdiği tarihine bu dizilerle kavuştu. Çünkü Yeşilçam filmlerinin büyük çoğunluğunda tarihî kişilikler aşağılanarak temsil ediliyordu.
2000’li yıllarla başlayan Türk dizilerinin dünyaya açılmasında ve sevilmesinde tarihî olanların etkisi büyük oldu. Türk tarihi, diziler sayesinde yerli ve yabancı seyirciler tarafından âdeta yeniden keşfedildi. O kadar çok tarih temalı dizi yapıldı ki isimleri saymakla bitmez. Özel televizyonların başarılarını takdir etmekle beraber TRT yarışı hiç bırakmadı. Konu tarih olunca sahiplendi, büyük yapımlara imza attı.
Aslında tarih, kurgu filmlerden daha çok belgeselin konusudur. Eğer tarihî gerçeklerden söz edecek olursak bu işi görüntü diliyle anlatacak olan belgesel filmlerdir. Çünkü sinema filmi, televizyon film ve dizileri tarihi bire bir yansıtamaz. Konusu tarih olur ancak olayların aralarına birçok yeni olaylar eklenerek yorumlanmış bir yapım ortaya çıkar. Çok basit bir örnek vermek gerekirse bir sultan ve veziri arasında geçen bir diyaloğun, tarihî kayıtlarda olmadığı takdirde gerçek olup olmadığını kim ispat edebilir. Dizi ve filmlerde kostümler, mekânlar, diyaloglar o zamanın şartları dikkate alınarak yeniden yorumlanır. Seyirci bunun bir film olduğunu unutmamalıdır.
Önemli konulardan birisi de milletimizin değer verdiği tarihî şahsiyetlerin, ana kahraman olduğu filmlerde sıradanlaştırılmasıdır. Gözümüzde ve gönlümüzde büyüttüğümüz Kanûnî, Fâtih gibi önderlerin sıradan hâllerini görmek hatta savaş sahnelerinde adam öldürmelerini seyretmek bana hayli tuhaf geliyor. Bu aslında tarihin propagandaya teslim edilerek büyük ölçüde tahrif edilmesi değil midir? Bilmem, siz ne düşünürsünüz?