YENİ DELHİ ESKİ DELHİ
Hindistan kendisini uluslararası televizyon kanallarında “incredible India” sloganıyla tanıtıyor. Türkçe anlamıyla şaşırtıcı, olağanüstü, inanılmaz Hindistan. Gerçekten Hindistan’ı tanımlamak çok zor. Dinlerin, dillerin, kültürlerin harman olduğu ülke diyebiliriz. 1 milyar 250 milyon nüfusuyla Çin’den sonra dünyanın ikinci büyük ülkesi.
Yeni Delhi’ye varınca bunu yakından yaşama imkânı buluyoruz. Delhi adından da anlaşılacağı gibi iki bölümden oluşuyor: Eski Delhi, Yeni Delhi. Yeni Delhi geniş ve ağaçlı caddeleriyle, yeni ve modern binalarıyla dikkat çekiyor. Yeni Delhi İngilizler tarafından kurulmuş. Eski Delhi tanımlanamayacak kadar karışık, insanlar, araçlar, binalar iç içe geçmiş durumda. Her yer insan kaynıyor. Genellikle zayıf orta boylu erkeklerin yanı sıra renkli kıyafetleriyle kadınlar daha belirgin. Kadınlar parçalı renkli kumaşlardan oluşan elbiseler giyiyor. Büyük çoğunluğunun göbekleri açık. Bazılarının alınlarında kırmızı noktalar var. Bunun ne demek olduğunu sorduğumuzda, evli kadınların alınlarına kırmızı nokta koyarak kendilerini ifade ettiklerini söylüyorlar.
Genelde sakin insanlar imajı veriyorlar, ancak içten çok hareketli oldukları gözden kaçmıyor. Araçlarda insanlar kadar renkli iki tekerlekliden, üç tekerlekliye, kamyondan bozma otobüslerden, modern araçlara kadar her çeşidi var. En çok dikkat çekenler üç tekerlekli taşıma araçları. Yaklaşık otuz yıl önce Konya’da binmiştim; yanılmıyorsam adına pırpır diyorlardı. Gel gör ki Konya’da bu araçlar kalmadı; ama acaba Konya’da tasavvuf kültürü Hindistan’da olduğu gibi baskın bir etkileşme olabilir mi? Hintliler renkleri çok seviyor. Arabalar da rengârenk ve süslü.
Trafiği çözmek için uzman olmak gerekiyor. Geliş yolu hangisi gidiş yolu hangisi bilmek kolay değil. Her an tek şerit olan yolda karşı yönden hızlı gelen bir araba görürseniz şaşırmayın. İstanbul’un trafiğine şükredin. Bizim Karadenizlinin deyimi ile hangi birisi hepsi ve her şey ters işliyor. Birçok ülkede trafikte korna sesi duyamazsınız. Korna çalmak kabalık ve gürültüye sebep olduğu için hoş görülmez. Ancak Hindistan’da araçların arkasında “korna çal” yazısı var. Bu yazı nedeniyle midir bilemiyorum, araçların çaldığı kornalar yeri göğü inletiyor. Özellikle pırpırlarda üç kişilik, dört kişilik araçlara on kişiden daha fazlasının bindiğini görürsünüz. İnsanlar büyük bir teslimiyet içinde yolculuklarını sürdürüyorlar. Renkli kamyonların kasaları, yolcu taşıma kabinleri olmuş. Yollarda araçlarla beraber insan yığınları da hareketini sürdürüyor.
9 YÜZYIL TÜRKLERİN YÖNETTİĞİ ÜLKE
Hindistan’ın 9 yüzyıl Türklerin egemenliğinde kaldığını duyunca şaşırıyoruz. Hattâ bir Türkoloji profesörü Hintçede 3 bin Türkçe kelime olduğunu söyleyince hayretimiz bir kat daha artıyor. Bu kelimelerin birçoğunun günlük hayatta kullanıldığını söylüyor. Yönümüz hep Batı’ya doğru olduğundan mıdır bilemiyorum, Doğu’yu pek fazla dikkate almamışız. Hintliler Babürleri Moğol olarak adlandırıyor. Derin bir tarih bilgisine sahip değilim; ancak bana öyle geliyor ki Moğollar Müslümanlıkla beraber Türklüğü de kimlik olarak benimsemişler. 12. Yüzyıl’dan 19. Yüzyıl’a kadar Gazneliler, Tuğluklar, Lodiler, Delhi Türk Sultanlığı, Babür İmparatorluğu egemenlik sürmüş Hindistan’da. İlk akla gelen Sultanlar Gazneli Mahmut, Ekber Şah, Babür Şah. İngilizler 1858 yılında Hindistan’da Türk egemenliğine son vermişler. Türk uluları da Hindistan’da yaşamış. Bunların başında İmam Rabbanî geliyor. Hindistan’a gitmeden İmam Rabbanî’nin kitaplarını okudum. Seyahat boyunca da o kitaplar hep yanımda oldu.
Şehirlerin karakterlerinin oluşmasında manevî mekânlar önem arz eder. Önce Cuma Mescidini görmek üzere yola çıkıyoruz. Tabii yollar tıklım tıklım. Trafik sıkışınca arabanızın camından size bakan onlarca göz sizi huzursuz eder. Bunlar para isteyen dilencilerdir. Birine para vermeye görün, onlarcası etrafınıza toplanır. Tıpkı Urfa’da Balıklı Gölde balıklara ve ya Eminönü’nde güvercinlere attığınız yeme üşüşen balık veya güvercinler gibi etrafınızda kümelenirler.
Mescidin önünde duruyoruz. Büyük bir kalabalığı yararak yüksek merdivenlerle mescide çıkıyoruz. Mescit diyince aklınıza bizdeki küçük ibadethaneler gelmesin. Türkiye dışındaki Müslüman ülkelerde camilere mescit deniyor. Kocaman bir avlu. Önce bizim camilerdeki gibi caminin avlusu sanıyoruz. Sonra bu avlunun namazgâh olduğunu anlıyoruz. Kapalı kısım oldukça az. Mihrap ve iki veya üç saflık bir kapalı bölüm. Namaz vakti olmadığı için iki rekât namaz kılıyoruz. Ümmete ve Hint Müslümanlarına dua ediyoruz.
Sıra Delhi Kalesini görmeye geliyor. Babürlüler tarafından yapılan kale bütün görkemiyle ayakta. İçinde birçok bölüm var. Girişinde çok sayıda satıcı sizi alışverişe davet ediyor. Özellikle ahşaptan yapılmış ürünler revaçta. Hindistan’ın sembolü olan fillerin maketleri çok şık yapılmış. Dayanamıyoruz, yanımızdaki arkadaşların da katkısıyla uzun pazarlıklar yaparak fil kuklalarını alıyoruz. Uzun zamandır Hindistan’da yaşayan bir arkadaş hâlâ devlet törenlerinin bu kalede yapıldığını söylüyor.
YÜZLERCE DİN, MEZHEP BİR ARADA YAŞIYOR
Hindistan çok sayıda dinin ve dilin yaşadığı bir kıta ülke. Hinduizm, Budizm, Sihizm bu topraklardan doğmuş. Nüfusun büyük bölümü Hindu. İkinci büyük topluluk Müslümanlar. Onların sayısı birçok ülkede olduğu gibi belirsiz. 200 milyondan başlayıp 400 milyona varan rakamlardan bahsediliyor. Bölünme nedeniyle Pakistan ve Bangladeş’e kızan Müslümanlara da rastladık. Bu ülkeler Hindistan’dan ayrılmasaydı şimdi dünyanın en büyük Müslüman devleti olurduk diyorlar. Bu bölünmenin de bir İngiliz oyunu olduğunu söyleyenler oldu. Hatta Mahatma Gandi’nin “Beni ikiye bölün, ülkeyi bölmeyin” diye yalvardığını söylerler. Ancak Gandi’nin daha önce beraber çalıştığı Muhammed Ali Cinnah ve arkadaşları bağımsızlıkta ısrar ederler. Hindistan 1947 yılında ikiye, daha sonra Bangladeş’in de Pakistan’dan ayrılmasıyla üçe bölünür. Bu bölünmeden sonra Hindistan topraklarında kalan Keşmir bugünde iki ülke arasında sorun olmaya devam ediyor. 30 milyon civarında Hıristiyan olduğu ifade ediliyor.
Çok sayıda inanç sahibi topluluklar da var. Hinduizmin bir kitabı ve peygamberi olmadığını, bizim anladığımız anlamda bir söylem ve eylem birliği taşımadığını öğreniyoruz. Müslümanlar Ehl-i Sünnet ve Hanefi mezhebinden. Türkiye Müslümanları gibi ibadet ediyorlar. Delhi’de çok sayıda cami var. Namaz saatlerinde ezan sesleri yükseliyor Delhi semalarında. Ancak burada ezan farklı zamanlarda okunuyor.
Delhi’de çok sayıda tasavvuf büyüğü de medfun. Onları da ziyaret etmek istiyoruz. Ancak gün yetmiyor. Akşam oluyor. Gene de ziyaret arzumuza gören Delhi’de yaşayan arkadaşımız bizi kırmıyor. Akşam namazını büyük bir tarihî mezarlığın içindeki camide kılıyoruz. Sonra tasavvuf büyüklerinin mezarlarını ziyaret ediyoruz. Burada yatanlar Nakşibendi büyükleri. Başka bir yer de daha türbe olduğunu öğreniyoruz. Büyük bir parkın içinde ziyaretgâh. Fakat bir sürprizle karşılaşıyoruz: Parkın girişinde Hinduların ölü yakma mekânları karşımıza çıkıyor. Burayı da görmek istiyoruz. Kapıda bekleyen görevli bizi ölülerin yakıldığı bölüme alıyor. Kümelenmiş odun ateşinde yanan cesetler. Her ceset ayrı bir odun ateşinde yanıyor. Biraz huzursuz oluyor, tuhaflaşıyorum. Sonra arka tarafta yatan muhteremi ziyaret ediyoruz. Fatiha okuyor dualar ediyoruz. Ancak aklım ölülerin yakıldığı yerde. İzahı zor karmaşık duygular yaşıyorum. Bir tarafta cenazesini yakanlar, diğer tarafta yüzyıllarca önce defnedilmiş bir cenaze için binlerce kilometre öteden dua için gelenler.