Talebesi yanına ilişiverse dervişin, dizleri üstüne çöküverse bir vakit söyleşmeden, dillerinden tek kelime olsa düşürmeden konuşsalar… Bazı insanlar sükût ile muhabbet eder, susarak anlatır…
Cânım kâri. Zaman dursun istiyor insan bazen ve hatta ileri değil de geri gitsin, azalsın, eksilsin. Zira zaman eksiltiyor insanı, yarım bırakıyor, noksan ediyor. Büyüdükçe büyüleniyor insan. Dünyanın büyüsüne kapılıyor. Sana da öyle gelmiyor mu? Öyle hissetmiyor musun? Eski olanı atıyor ya insanlar bir kenara, hani hep yeniye meftun yaşıyoruz ya. Sen de ben gibi eskiyi, eskileri ve eski olanı seviyor musun?
“Dünyanın derdi bitmez” diyorlar kâri. Hem bunca dert çekmeye de değmez inan ki dünya. “Eskiler güzel insanlarmış” diyorum ya hep sana. İnan ki öyle ve öyleymiş. Zira onlar dünyayı dert diye yüklemiyorlarmış sırtlarına, çileyi dünyada çekiyor ama dünyanın çilesini çekmiyorlarmış. Asl’a talip olup da surete itibar etmiyorlarmış, gülmüyorlarmış belki bizim kadar ama bizden daha çok biliyorlarmış gönlü hoş etmeyi. Hâsılı güzel insanlarmış, hayale değer insanlar, hayal edilir insanlar…
Şimdi diler misin ki yine uçuralım hayal kuşumuzu çok eski vakitlere. Güzel insanların olduğu zamanlarda seğirtelim, bir anlık olsa da mekândan, zamandan, andan sıyrılıp da güzelin olduğu ve güzel olduğu vakitlere gidelim. Misal ki hayal edelim bir dervişi, yanında gençten bir talebesiyle diyar diyar dolaşan ve her ne konuşursa hak için ve aşk için konuşan bir dervişi. Üzerinde hâki yeşil bir cübbe, başında beyazdan beyaz bir sarık ile ve aksakallarında kara denecek tek tel kalmamış, dünyadan bir tek murad almamış ve borçlanmamış dünyaya. Zira insan ne kadar çok şey alsa dünyadan o kadar çok dünyaya borçlanır. İşte tam da böyle bir dervişi görsek bir derenin kenarında… Heybesinde taşıdığı birkaç lokmayı çıkarıp da koymuş olsa yere serdiği örtü üstüne, gözleri çakmak çakmak seyrederken akan suyu biz onu seyretsek. Bilir misin bazı insanlara bakmak bile gönle huzur verir ve hatta şifadır güzel insanları seyretmek. Onun için güzele bakmak da ve güzel bakmak da sevaptır. Öyle seyretsek biz de. Bizi görmese onlar, bilmeseler, en azından biz öyle zannetsek.
Talebesi yanına ilişiverse dervişin, dizleri üstüne çöküverse bir vakit söyleşmeden, dillerinden tek kelime olsa düşürmeden konuşsalar… Bazı insanlar sükût ile muhabbet eder, susarak anlatır. İşte öyle iki âdemi seyre dalsak uzaktan… Sessizliği talebesinin sesi bozsa ve utanarak ve belki sözü incitmekten, sükût ateşini söndürmekten korkarak sual etse dervişe;
-“Aşk?” dese ve bir âh düşse dervişin dilinden, âh. Başka bir söz edemese, zira aşk sualinin cevabı yoktur ya. İşte öyle sükût etse… Bir vakit beklese talebesi sükût entarisini çıkarmadan, belki nefes dahi almadan, gözlerini kırpmadan beklese…
Sonra “Sevmek?” dese de gözünden bir damla yaş aksakallarına süzülüverse dervişin, dudakları titreyiverse. Öyle yaşlı insanlar ağlayınca dünya utanır sanırsın. Konuşmak istese ama ilkin dönmese dili, konuşamasa, söyleyemese… Dilinin ucunda birkaç cümle yutkunur gibi dönse geriye. İnce parmaklarıyla silse gözünden akan yaşı, talebesinin gözlerine çevirse gözlerini, ta içine değdirse gözbebeklerini… Gözlerini hiç kırpmadan bir tek cümle düşüverse dilinden;
-“Sevmek… Bir duaya “Âmin” der gibi sevmek…”
Ve eğse başını…