Nefsani arzularıyla kutsalları arasına sıkışmış günümüz insanının çırpınışlarını üzülerek izliyoruz. “Hikmetini kaybetmiş” bir savruluşu ifade eden bu hal, ne yazık ki çoğu zaman yaşayıcısının bile farkında olmadığı bir gaflete tekabül ediyor.
Kendinde olmayan insan, başka birindedir; o ne istiyorsa her şey öyle olacak demektir. Tarafını ve kim olduğunu tam ve net olarak belirleyenler için hiçbir sorun olmadığı kanaatindeyim. “Dünyayı ahirete tarla yapabilenler” daha şanslı demek istiyorum. Yani dünyadan neyi ne kadar kullanması gerektiği ile ilgili bir fikri olanları kastediyorum.
“Ne yardan ne de serden” misali her iki tarafı da idare etmeye çalışmak, işine geldiği gibi “vaziyet almak”sa çok farklı bir durum. Bu durumun hem bireysel hem de toplumsal faturaları var elbette.
Sıkışmışlığın, arada kalmışlığın getirdiği başta bireysel ve dolayısıyla da toplumsal depresyonlar olmak üzere bocalamalar, gelgitler, duygusal çatışmalar şeklinde birçok sıkıntı, “Müslümanım” diyen ama malın-mülkün esiri insanların yaşamını kemirip duruyor.
Bir tarafta Benjamin Franklin’in “Zaman paradır.” sözünü rehber edinmiş bir kapitalizmin, “acımasızca ve sınırsızca tüketin” telkininden beslenen seküler yaşam; diğer tarafta ise inançların ve değerlerin sınırladığı tasarrufu ve kanaati öğütleyen “dinî” bir yaşam.
Biri, Makyavellisi anlayışla “Gaye vasıtayı meşru kılar.” diyor; biri de “Erdemli, dürüst olanı, Allaha ve cennete ulaştıranı seç.” diyor. İşte sıkışmışlık hali tam da burada başlıyor. Biri “nefs”e hitap ediyor diğeri “ruh”a.
“Batıcı, seküler” yaklaşımların “dindar”lara biçtiği rolü iyi değerlendirmek gerekir. Neydi o rol: Her şeyden eli eteği çektirilmiş, adeta “azınlık” statüsünde ve “hak sahibi olma hakkı” elinden alınmış bir zümre.
Bu vesileyle de şunu ifade edebiliriz kanaatimce; bütün bozulmaların sebebini, yıllarca uygulanan “dışlanmışlık”lar da aramak gerekir. Hayli uzun denebilecek bir zaman diliminde, tercihleri kendisine sorulmamış bir insana dayatılan yaşam biçimi ile adeta kutsal olan her şeyin, siyasi mülahazalara kurban edildiği bir süreci yaşadık.
Hiç alakası yokken ve sırf birilerinin egosu istiyor diye “siyasallaşan bir başörtüsü zulmü” hikâyesi ile yıllarca zaman kaybettik. Bir insanın hayatında hiç çatışmaması gereken, hatta birbirinin tamamlayıcısı “dünya” ve “öbür dünya”yı, insanların kalbinde ve zihninde çatıştırmayı da başardık.
Bugün, fikir zincirinin geçmişe dönük halkaları koparılmış insanımızın, nefsani arzularıyla kutsalları arasındaki sıkışmışlığının üzgün müşahitleriyiz. Nefsimize geçiremediğimiz dişimizi dinimize geçirme cesaretiyle, cehaletimizi ele veriyoruz.
Sınırları aşmayı göze almanın, “Olur mu camım, din başka o başka!” diye başlayan cümlelerin ne anlama geldiğini herkes gayet iyi biliyor aslında.
Dinimizden yonttuklarımızı, mantığımıza büründürerek rahatlatıyoruz ya, işte o noktada; “İnandığımız gibi yaşamayınca yaşadığımız gibi inanıyoruz.”
Mülk arttıkça dünya sevgisi artıyor, dünya sevgisi arttıkça da bir gün onu bırakıp gitme korkusu artıyor. Korkuların birbirini takip ettiği noktada ölüm korkusu ve onunla birlikte bilumum kayıpların korkusu derinleşmeye başlıyor. Derinleşen “kaybetme korkusu” da depresyona ve anksiyete (kaygı) bozukluklarına yol açıyor.
Diğer bir sıkışmışlık halini de idarede yaşadık. Yıllarca idareden uzak kalan, belli koltuklara yaklaştırılamayan “mütedeyyin insan”ların, devlet yönetimine dair bilgi ve tecrübelerini dahi ellerinden alarak, yıllarca sistemlere yabancı bıraktılar; üstelik de “irticacı” damgası vurarak. Refah-Yol döneminin bu anlamda, mütedeyyin kesim için önemli bir tecrübe olduğunu da unutmamak gerekir.
Yaşanan sürece ve ortaya çıkan iddianamelere yansıyanlara bakıldığın da görülen, dönemin hükumeti ne derse desin onlar yine anlamak istediklerini anlayacaklarmış. Her şeyin “en başından verilmiş bir karar”a hizmet ettiği bir süreçti.