Seçimi geride bıraktığımız bugünlerde artık konuşmamız gereken şeylerinde değişmesi gerekiyor. Bir iktidar elbette “dil” üstünlüğünü rakiplerine bırakmamak üzere belirli bir tavır almak zorundadır.

Fakat bütün enerjimizi buna harcayamayız. İktidarda harcatmayacaktır zaten. Zira Sayın Erdoğan “ahd” etmiştir ve her vaadinin de bu ahit ile çok ciddi ve kesin bir bağı vardır.

Yürütme “erk”inin daha hızlı bir icra zeminine taşındığı bu sistemde, kendimize bazı sorular sormak ve bu sorularımızı göre de temelden cevaplar üretmek durumundayız. Eğer gerçek anlamda ve kalıcı bir istikrar üzerinden, tarihimizin de izinde yeniden güçlü bir medeniyet paradigması üretmek istiyorsak olmazsa olmazlar vardır.

Biz, insanın dışında kalan fiziksel âleme duyarsız kalamayız. Şehirleri ve onu oluşturan insan dışındaki tüm unsurları -üzerlerinde sonsuz ve koşulsuz tesir sahibiyiz- şeklinde değerlendiremeyiz; onlarında bize verdiği/vereceği cevaplar var. Bu cevaplar,“pasif” ya da “edilgen” yapıların dildeki karşılığını ters-yüz eden türden üstelik.

Jean-Paul Sartre; “İnsan maddeye şekil verir sonra onun şekil verdiği madde de döner, şekil vereni şekillendirir. Bu da değiştirilen maddenin insan verdiği cevaptır” der. Temel iradenin her şeye rağmen maddede değil de insanda olduğunu unutmadan şunu ifade etmek isterim: Değiştirmeye çalıştığımız binalarımızı, şehrimizi, daha değiştirmeden önce çok iyi düşünmek zorundayız.

Binaların ya şehirdeki her cansız nesnenin bize nasıl bir cevap vermesini istiyoruz? Bizim hayatımızı nasıl şekillendirmesini, çocuklarımızın geleceğini nasıl inşa etmesini istiyoruz?

Kimliğiyle, medeniyet üretme potansiyeliyle oluşacak bir eşyaya şekil-verme durumu düzensiz, her bir parçası diğerinden kopuk bir yapıda ya da yapısızlıkta olamaz.

Çocuklarımızın mahalle arkadaşlığı dahi kuramadığı sokaklarda birbirini hisseden, birbirleri hakkında öngörü sahibi olarak güven inşa eden bir nesli yakalayamayız.

Sosyolojik gelişmeler de, çöküşlerde çok uzun zaman dilimi içerisinde oluşur; her fertten de bu tahlili bekleyemediğimiz. Fakat bu bir gerçeği değiştirmiyor. O da -bugün yaşadıklarımız çok uzun zaman dilimi öncesinde sebep olunanların tartışılmaz sonuçlarıdır- gerçeği.

Birinci dünya savaşından sonra devraldığımız “Ana-dolu” mirasını ya da daha doğru bir ifadeyle -gelecek nesiller adına aldığımız- emaneti, planlı bir şehircilikle imar etseydik, tıpkı Selçuklu, Osmanlı örneklerinde olduğu gibi ama bugünün neslinin izini de taşıyan bir kimlik verebilseydik, hiç kuşkusuz o şehirlerin bize vereceği cevap, çok daha içimizi ferahlatan bir cevap olacaktı…

Gece-kondulara, gettolara “varoş” diyerek hapsedilen, alt-yapı denen şeyden fersah fersah uzak bir zeminden devletine ve ülkesine “ekşimsi” bakan bir nesil çıkmayacak belki.

Kompleksli, köklerinden koptuğu için iğreti kalanlar, Oğuz Atay’ın ifadesiyle; “tutunamayanlar” tutunmak endişesiyle etraflarına saldırmayacak, etrafını “yağma”ya müsait algılamayacaktı belki.

Bu durumun muhataplarının neredeyse tamamı bugün ebediyete irtihal etti. Fakat bıraktıkları bugün de dâhil olmak üzere belki birkaç nesli daha zorlamaya devam edecek.

Demek oluyor ki maddeye şekil vermek kolay ama ürettiği sonucun, sosyolojik tahribatın tamiri çok zordur.

Bu vesileyle daha hızlı karar alabileceğimiz zeminde ne yapmamız gerektiğine, şehirlerimizi ve barınaklarımızı, eğitim yuvalarımızı nasıl imar edeceğimize, kültür ve sanatımızı nasıl biçimlendireceğimize dair çok daha duyarlı ve titiz eğilmemiz gerekiyor. Zira kendi ellerimizle iyi bir şekil veremeyeceğimiz bu etrafımızı saran maddi dünyanın, bize vereceği yeni ama yanlış bir cevaba daha tahammülümüz olamayacaktır.

Etrafımızın bu kadar örüldüğü bir zeminde geçmişi ihya ederek bugüne çok köklü bir medeniyet mührü vurmak zorundayız. Aksi halde sadece tarihi yazacak olan satırlardan değil üzerinde bulunduğumuz coğrafyadan da silmek isteyenlere ciddi bir fırsat verilmiş olur.

Etrafımızın yutulmaya hazır lokmalara bölündüğü bir zeminde, elde kalan “son-tutunma-dalı” da kırılmadan ve tez zamanda yola revan olmalı artık…

Vakit yola revan olma vaktidir; umutlarını bize bağlamış her bağrı yanık mazlumun duasına bir “âmin” olabilmek için…