László Nemes ile Clara Royer’in yazdığı ve Nemes’in yönettiği Saul’un Oğlu ilk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yapmıştı. Festivalin ikinci en prestijli ödülü olan Grand Prix aldı. 73. Altın Küre Ödülleri’nde Yabancı Dilde En İyi Film ödülünün de sahibi oldu. Ve bu yıl Oscar’ın en güçlü yabancı film adayı diyebiliriz.

‘Saul’un Oğlu’ Ekim 1944’te Auschwitz toplama kampında ölüleri yakmakla görevli, Sonderkommando üyesi Macar-Yahudi bir mahkûm olan Saul’un iki gününe odaklanıyor. Saul ölüleri fırınlara götürürken bir çocuk cesediyle karşılaşıyor. Daha sonra oğlum dediği bu çocuğun cesedini yakılmaktan kurtarmak ve bir haham bulup gizlice gömmek istiyor. Bu arada diğer Sonderkommando üyeleri kendilerinin öldürüleceğini öğreniyor ve ayaklanma hazırlığına girişiyor. Saul’un tek derdi ise çocuğu uygun şekilde defnedebilmek.

Film boyunca neredeyse sadece iki açı görüyoruz. Kamera bir Saul’un yüzüne odaklanıyor bir de onun gözüyle kampta yaşanan diğer olaylara… Duyduğunuz seslerden ve silik de olsa gördüğümüz görüntülerden kampta yaşananların ne kadar zor ve acı şeyler olduğunu görüyoruz. Nazi Almanya’sı tarafından II. Dünya Savaşı döneminde kurulmuş bu en büyük toplama, zorunlu çalışma ve imha kampında Sonderkommandoların durumu da çok ilginç. Neredeyse tamamı ölümle tehdit edilerek bu işi yapmaya zorlanan bu insanlar Holokost boyunca gaz odası kurbanlarının cesetlerinin ortadan kaldırılmasına yardım eden Yahudilerden oluşuyormuş. Kuşkusuz oldukça zor bir zorundalık.

Geçtiğimiz aylarda Ercan Kesal ile Sinefesto için yaptığımız röportajın bir bölümünde Saul’un Oğlu üzerine de konuşmuştuk. Kesal “Ben, ‘Saul’un Oğlu’ndan sonra başka bir adam oldum” demişti o gün, “Adamın yüzünde izliyoruz her şeyi, kamera hiç kopmuyor onun yüzünden. Şimdi bu çok güçlü bir duygu. Bir insanın inançları için neyi göze alabileceğine dair bir şey. Bir şey istiyor sadece; ne o çocuğun dirisini istiyor, ne de onu kurtarmaya çalışıyor. Ki zaten şansı kalmamış. O genci toprağa gömmek istiyor. Yakılmasını istemiyor. Bu çok güzel bir sinema duygusu. Çok güzel bir tema bu.”

Filmi henüz izlemediğim için Ercan Kesal’ı bu kadar etkileyen şeyin ne olduğunu anlayamamıştım. Ama filmi izlediğimde hak vermeden edemedim. Kamera sizi ne kadar zorlasa da filmin aktarmak istediği duyguyu o kamera kullanımından başkası da vermezdi diye düşünüyorum.

Peki, gelelim filmin iki önemli ismine. İlk olarak başrol oyuncumuz Saul’e ya da gerçek ismiyle Géza Röhrig’e. Macaristanlı Röhrig hem oyuncu hem şair. Şair adamın yüreği geniş olur. Savaş, vahşet, acı daraltır yüreğini sadece. Ve bu duyguların karşılığını şair bir adamın yüzünden okumak çok daha kolaydır. İşte Röhrig’in yüzünden de okuyabiliyorsunuz. Filmin yönetmeni László Nemes çok iyi bir oyuncu tercihi yapmış.

László Nemes bu ilk uzun metrajlı filmiyle birbirinden değerli ödüller aldı. Macar yönetmenin geçmişine bakınca “Nemes yapmasın da kim yapsın canım” diyorsunuz ister istemez. Nemes 2007 yapımı ‘Londra’daki Adam’ filminde Béla Tarr’ın asistanlığını yapmış. Michelangelo Antonioni, Andrei Tarkovsky, Ingmar Bergman, Terrence Malick ve Stanley Kubrick ise László Nemes’in en sevdiği yönetmenler.

Oscar’ı alacağına neredeyse eminiz ama beni asıl meraklandıran bu filmin ardından László Nemes’in nasıl bir filmle karşımıza çıkacağı…

Nazi Almanya’sının Yahudilere uyguladığı soykırım kabul edilemeyecek kadar kötü ve iğrenç. Bu hikâyeler belki yüzlerce filmde çıktı karşımıza. Yahudilerin çok çile çektiğini küçüğünden büyüğüne duymayan kalmamıştır.

Bu yazıyı nasıl bitireceğim diye düşünüyordum. Aslında aklımdaki son cümle “İsrail bir katil devlettir” idi. Ama sonradan kararımı değiştirdim.

Saul’un Oğlu ne kadar uygun bir şekilde gömülmeyi hak ediyorsa günümüzde gerek İsrail’in sahilde bombaladığı çocuklar gerekse Suriye’de Esed’in zulmünden kaçarken cansız bedeni sahile vuran çocuklar da yaşamayı hak ediyordu.

Son cümle: Önümüzdeki yıllar başta İsrail olmak üzere diğer katil ve terörist devletlerin mazlumlara çektirdiği acıları filmlerden izleyeceğimiz ve yaşattıklarını lanetleyeceğimiz yıllar olacak.

M.U.