(Sürprizbozan içerir.)
Artistik Bakış bugünden itibaren Cuma günü sizlerle buluşacak. Yeni günümüze ve sizlere selam ederek başlayalım yazımıza: Günümüz hayırlı ve bereketli olsun inşallah.
Bu hafta Gus Van Sant imzalı ‘Sonsuzluk Ormanı’ (The Sea of Trees) filmini izleme fırsatım oldu. Hikayesini okuduğumda beni kendine çekti desem daha doğru olur.
‘Buried’ ve ‘ATM’ filmlerinin senaristi Chris Sparling’in senaryosunu yazdığı Gus Van Sant filminin başrollerinde Matthew McConaughey, Ken Watanabe ve Naomi Watts bulunuyor.
Japonya’nın eşsiz güzelliklerinden biri olan Fuji Dağı’nın eteklerinde uzanan uçsuz bucaksız bir orman bulunmaktadır. Bu ormanın bir bölümü hayatlarına herhangi bir sebeple son vermek isteyenler tarafından huzur içerisinde intihar etmek için kullanılmaktadır (Böyle bir ormanın gerçekten var olduğunu not düşelim.) Kimisi kendini asarak kimisi de bileklerini keserek intihar etmeyi seçer ve bu ormanın içerisinde yok olur gider. Amerikalı birisinin bu ormanda hayatına son vermek istemesi ve bunun için her şeyi arkasında bırakarak yola çıkması fikri beni bu filmi izlemeye iten şey oldu aslında. Lakin hikayenin içerisine karakterler ve olay örgüsü girdiğinde, dolayısıyla film bittiğinde maalesef beklediğim etkiyi alamadım. Sürprizbozan vererek anlatmamın sebebi de bu aslında.
Arthur Brennan akademisyen olarak kariyer peşinde koşmaktadır ve bu yüzden evinin içerisindeki yükümlülüklerini aksatmaktadır. Eşi ise görece olarak daha zor diyebileceğimiz emlak sektöründe çalışmakta ve evin iaşesi için gerekli masrafların büyük çoğunluğunu o karşılamaktadır. Bu durum bir süre sonra kavgalara sebep olur ve ikili ayrılık aşamasına gelir. Tabii bu durumu filmde geri dönüşlerle izlediğimiz için yap-bozun parçalarını filmin ikinci yarısında toparlamaya başlıyorsunuz.
Film başlangıçta ormanın içerisine gayet kararlı bir şekilde giren Arthur’un neden ölmeyi tercih ettiği konusunda bizi meraklandırmayı başarıyor. Yine Arthur’un intihar etmek üzereyken ormandan çıkmaya çalışan bir Japon’a (Takumi Nakamura) yardım etmeyi seçmesi ile intihardan vazgeçme yoluna girdiğini anlayana kadar. Bu defa acaba senarist ve yönetmen hayat ve ölüm üzerine güzel sözler mi söyleyecek derken filmin kendi içerisindeki sürprizbozanlar filmin tadını kaçırıyor.
Kısacası Takumi’nin ve Arthur’un eşi Joan’ın replikleri arasındaki benzerliği görünce “Eyvah, yönetmen bunu neden bize yaptı?” diyorsunuz ve filmin son 45 dakikasını “Amaan artık bitsin!” diyerek izliyorsunuz.
Film sona erdiğinde ise aslında 20 dakikalık bir kısa filmde anlatılabilecek bir hikaye ile karşı karşıya olduğunuzu hissediyorsunuz. Gus Van Sant’ın neden böyle bir şey yaptığını çözemedim. Harika görseller çıkabilecek bir filmde sürekli gökyüzünden orman görüntülerini önümüze servis etmesi gibi bariz hatalar da cabası.
Gerçekten filmin başlangıcı ile sonu arasındaki fark benim yazacaklarımın Fuji Dağı’nın zirvesi ve etekleri kadar farklı olmasına neden oldu. “Siz Amerikalılar biz Japonların kültürünü anlamıyorsunuz!” diyen bir adamın aslında sizin Amerikalı karınızın ruhu olduğunu anladığınızda nasıl hayal kırıklığına uğrarsanız ben de öyle hayal kırıklığına uğradım.