Hepimizin damağında çocukluk yıllarımızın Ramazan ve bayramlarının tadı kalmıştır. O eşsiz tat, bizim çocukluğumuzun masumiyeti ve saf çocuk kalplerinin hissettiği tat mıydı, yoksa gerçekten yaşadığımız dönem ve ortamlar bu kadar güzel miydi onu tam olarak hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Ancak en azından şunu biliriz ki, geniş aile sofralarında uzun bir günün nihayetinde bir araya gelerek suyun, hurmanın, ramazan pidesinin, reçelin ve çorbanın iliklerimize, hücrelerimize kadar yayılan tadını hissetmek, çocukluğumuzun olduğu kadar Ramazan’ın bereketli atmosferiyle de ilgiliydi.
Ramazan, geleneksel ve klasikleşmiş bazı ritüel ve fenomenler zinciri değildir. Yoksa bu görünüm ve ritüellerle uğraşmak, işin özünden uzaklaşılarak kabuk kısmında oyalanmaya eşdeğer bir durum ortaya çıkarabilir.
İşin özü, insanın maddi kısmını oluşturan bedenin, aç, susuz ve bütün azgın duygulardan yasaklanarak terbiye edilmesiyle, ruhun beden yükünün hafifletilmesiyle özgürleştirilmesi vardır. O bir arındırma/tezkiye sürecidir. Özgürleşememiş ruh, ten kafesinin içinde mahkûm bir güvercin gibidir.
Hiçbir şekilde sınırlanmamış heves ve haz, sınırsız azgınlığın da kapılarını aralar. Bunun için riyaziyat ve perhiz, Musevilik ve Hıristiyanlık gibi vahye dayalı olan dinlerin ve bugün özü bozulmuş olsa da kökü başlangıçta muhtemelen vahye dayalı Budizm ve Brahmanizm gibi bütün diğer inanç sistemlerinin vazgeçilmezleri arasındadır. Ortak noktalarında, nefsin azgın isteklerini dizginleyip onu sakinleştirecek farklı tür perhizlerle nefsin terbiyesi vardır.
Bizim inancımızda oruç, sadece aç ve susuz kalmak değildir. Bu kısım, orucun mana kısmının anlaşılamadığını ve kabukta/biçimde kalındığını gösterir.
İnancımıza göre, gün doğmadan başlayan ve gün batımına kadar süren yeme- içme ve nefsî bütün arzuları dizginleme, dilin terbiye edilmesi, bütün duyu organlarının hatalardan korunmasını da içeren; kalbin sükûnete erişmesi, ruhun dinginleştirilmesi, insanın ruhen ve manevi tarafını güçlendirecek günlük pratiklerle geliştirilmesi gibi ameliyeler toplamıyla oruç, daha geniş bir tanımlama ile ifade edebilir.
Oruç insanı azgınlıktan makul bir çizgiye yani “ölçülülüğe” çeken ve orada durulması gerektiğini hatırlatan en kadim ibadetlerdendir.
Bütün bunların ötesinde Ramazan ayı, elin-dilin ve servetin iyilik yolunda seferber edilmesi için en doğru zamanlamadır. Yapılanların katlanarak karşılıklarının verileceğine inandığımız bu ay, ticaretin bire yüz ve bire bin verdiği zamanlar olarak teşvik edilir.
Acaba insana neden böyle sıkıntı verip kısıtlayan, elini kolunu bağlayan bir görev verilmiş? Üzerinde düşünmek gerekir. Mesela ömrünce hiç oruç tutmayan bir kişi, bebekliğinden başlayıp ölümüne kadarki sürede günde üç-dört öğün olmak üzere imkânları oldukça canının her çektiği anda karnını doldurur. Bu durum, 365 gün boyunca kesintisiz şekilde devam ettiğinden metabolizma dinlenmeden çalışmasına devam eder. Oruç öncelikle bu işleyişi keser ve bunun mutlaka aynı tempoda yürümek zorunda olmadığını bize hatırlatır. Bilinçli şekilde oruç tutan kişi, metabolizmayı da dinlendirerek Hadiste dendiği gibi “Oruç tutarak sıhhat” bulabilir.
İkinci olarak oruç insana kendisinin “yeryüzü Tanrısı olmadığını” ve elinin kolunun bağlı olduğunu, sınırlarının olduğunu, canının her istediğini yapamayacağını hatırlatır.
Üçüncü olarak oruçlunun aç ve susuz kalarak hissettiği halsizlik, ona dünyanın en az dörtte birinin her gün yaşadığı acziyet ve fakirliği hatırlatmalıdır. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı, günlük bir Dolar’ın altındaki bir gelirle bazı yerlerde sadece bir kepçe pirinç lapası, başka bir köşede kuru bir parça ekmek, diğer tarafta tek bir tas çorba ile gününü geçiriyor. İçinde yüzdüğümüz nimet denizinin ortasındayken diğerlerinin halini hatırlamamız çok zor. Ancak Ramazan bize bunu oruç aracılığıyla hatırlatıyor. Oruç bize, “insanlığına dön”; “Sen Tanrı değil yaratılmış bir varlıksın”, “Haddini ve sınırlarını bil” diyor.
Şimdi bugüne bakarsak yeni zamanların ritüelleri olarak Ramazan ayı, lüks otellerde şaşaalı ve abartılı iftar menüleri ile “körler ve sağırların birbirini ağırladığı” seremonilere sahne oluyor ve bunun için her zaman şık bir kılıf, üst bir gerekçe de uydurabiliyoruz.
Eğer hâlâ iftar daveti gibi güzel bir adet ve ibadeti sürdürüyorsanız, bunu sınıflandırmanız gerekir. Akraba, komşu ve dostlar bir kategori olabilir. Fakat asıl unutulmaması gereken kategori, yaşadığınız çevredeki yetim çocuklar, muhacir (göçmen) aileler, uzun süredir işsiz kalmış insanlar ve mahallenin fakiri fukarası olmalıdır. Evinizde ağırlama imkanınız yoksa, iftar bedellerini ödeyerek bu işi sizin adınıza üstlenecek çok sayıda dernek ve vakfın işbaşında olduğunu hatırlamak gerekir.
Bu arada birçok dernek vakıf bu işi profesyonelce yapıyor. Bu pazar günü KİYADER’in yurt dışından gelen yabancı uyruklu öğrencilerine yönelik bu türden bir iftarına katılacağız. Bu tür desteklerle, zannettiğimizden çok düşük maliyetlerle yaklaşık 100 kişinin iftar açmasına vesile olunuyor. Açıkçası bu büyük bir haz ve mutluluk. Dernek Ramazan boyunca yaklaşık on kadar iftarı organize ediyor, ancak bazı vakıf ve derneklerin her güne bir iftar organize ettiğini görüyoruz.
Bu ayın bir de yeryüzünün bütün çileli halklarını ve insanlarının halini bizlere hatırlatan ve insana “kalp rikkati” veren diğer bir tarafı daha var. Bu vesileyle, bu değerli ayın sıkıntı içindeki bütün insanların zulümden kurtuluşuna ve bizlerin de manen arınmasına vesile olmasını dileriz…