Vakt-i şâdi de gelir, mevsim-i mihnet de geçer
-Şeyh Galib-
Dünya, bizim baktığımız gibi kâri. Bizim görmek istediğimiz, bizim dert ettiğimiz ve bizim hayalimiz kadar dünya. Neyi arıyorsan onu buluyor, neyi istiyorsun onu görüyor ve nasıl yaşıyorsan öyle bir dünya buluyorsun karşında. Biliyorum bu dünyayı bizim kurmadığımızı ve biliyorum her bir yanında hüzün olan, zulüm olan ve keder olan bir dünyada yaşamanın zor olduğunu. Lakin bana biraz da anlayışımızın, algımızın, bakışımızın ve idrakimizin değiştiği, başkalaştığı hissini uyandırıyor her şey. Zahmette de bir rahmet aramıyor, zahmetin içinde rahmeti bulamıyoruz yahut “bu da geçer ya Hu” deyip de çıkamıyoruz işin içinden. Ya da Şeyh Galib’in sözünü anlayamıyoruz; “bu dert mevsimi de geçer, neşe vakti de gelir…”
Eskiler “Rahmet ile zahmet arasında bir nokta kadar fark vardır” diyorlar. O kadardır hepi topu. Yani öyle bakabilirsek ve öyle idrak edebilirsek tabi… Ve diyorlar ki “Allah dilerse o bir noktayı kaldırıp da zahmeti de rahmete çeviriverir.” Eskilerin söylediğini söyleyemiyor ya da en azından söylemekte zorlanıyoruz bence. Dünyaya nasıl bakacağımızı ve bunca olanın karşısında nasıl duracağımızı kestiremiyoruz belki de. Ne bileyim ya gözlerimiz ya bakışlarımız ya baktıklarımız ya da topyekûn biz değiştik.
Hoştur bana Sen’den gelen
Ya hilat ü yahut kefen
Ya taze gül yahut diken
Kahrın da hoş lütfun da hoş
Belki de bakan göz de bizim değil. Biz gibi bakamıyoruz. Yazan el de bizim değil, biz gibi yazamıyoruz. Ve dünya o dünya değil de biz gibi yaşamıyoruz. Onun için aramıyoruz bunca mihnetin, bunca zahmetin içindeki rahmet damlalarını. Ya da bulamıyoruz.
…
“Beyaz esaret” diye yazmışlar karın adını. Öyle söyleyenleri, öyle yazanları okudum birkaç zamandır. Ama ben inanmıyorum buna. Zira rahmet dediğin taneyle de olur, damlayla da olur, bir sözle de ve bakmasını bilen bir gözle de olur.
Ve şöyle demişti Şeyh Galip Hüsn-ü Aşk’ında “Gâh kar yağıyordu, gâhî karanlık…” Her kar yağdığında hatırımda birkaç fotoğraf karesi… Birinde karlar üzerinde arka arkaya dizilmiş yaşı küçük lakin gönlü büyük onlarca yiğit var. Ve Sarıkamış denen bir yerde buzdan heykeller gibi şehadete şahitlik olsun diye öylece duruyorlar. Diğerinde Aliya var. Karlar yağarken bir bakışıyla yakıyor zannediyorum buzdan kurulmuş sahte devletleri. Bütün zalimleri bir bakışıyla kavuracak sanıyorum. Dünyaya kar tanelerinin altından meydan okuyan bir çift mahzun göz… Ve bir diğerinde karlara gömülmüş bir yiğit buluyorum; Muhsin Başkan… O “üşüyorum” dedikçe ben donuyorum.
Çoğu vakit karın da bir şiir olduğunu vehmediyorum ben yağmurların şiir olduğu kadar. Karların üzerinde kendinden geçercesine oyunları oynayan çocukların bir şiir olduğu kadar… Ve kendi kendime “Şiirlerin en güzelini yazan da Allah’tır” diyorum yağan karı seyrederken. Zahmetten ziyade rahmet geliyor hatırıma ve her birine rahmet okuyor dudaklarım…