Dil, düşüncedir. Dilin ziyneti ne denli parlak ise dile dökülen düşünce de o kadar cazibelidir. Lisanı kadar düşünür insan. Ve düşüncesi nispetince zevk eder. Bir dilin esnekliği, zenginliği, estetik mahiyeti, içinde yoğrulduğu medeniyet tecrübesi; o dile muhatap insanın dehasını da etkiler. Deha fıtri bir vergidir, evet. Fakat dış müdahalelerle dallanıp budaklanabilir. Yahut tam aksi, solup kuruyabilir…
Lügat çapını geçelim, haricen en az 1 milyon ıstılah içeren bir dilin bütün imkânlarından faidelenen insanla, günlük dilde ortalama 300-400 kelimelik bir söz kafesinin içine mahkûm olan insan aynı kefeye konulabilir mi?
İki resim çizelim:
Bir yanda; kendi öz ve arı lisanına Arabi ve Farısi’nin bin bir rengini nakşedip, sonunda ne Arap’ın ne de Fars’ın anlayabileceği muazzam bir dil inşa eden engin bir medeniyet aklı…
Diğer yanda; geçmiş bin yılı çöpe atılmış, en hassas yerlerinden kırpılmış, ‘’kurbağa lehçesi’’ne döndürülmüş, bütün zarafeti ve zenginliği külleştirilmiş bir dile mecbur bırakılan toy kalabalıklar…
Bu iki figürün dünyaya söyleyeceği şeyler, mesele edindiği hakikatler, zevk ve kalite anlayışları, estetik idrak hudutları bir olabilir mi?
Kanaatimce olamaz.
***
Katlanılması gün geçtikçe güçleşen popüler okur/yazar tiplerine ve bu iki tip arasındaki organik ilişkiye biraz da bu yönden bakmak lazım. Yazar etiketi basılmış fotokopici tiplerin ve onların peşinde kuyruk olan okuyucu türünün zihin durumu, asırlık devrim hokkabazlıklarına dayandırılırsa daha berrak şekilde anlaşılabilir.
Vasat altına, basite, yüzeysele doğru enteresan bir talep var. Büyük kitlelerce ucubelikten besleniyor, kolaylıktan keyif alıyoruz…
Dile vurulan neşter, fikir dünyasını meydana getiren bütün uzuvları felç ediyor zira. Dili çökenin zihni de çöküyor…
Uzun vadeli bir süreç bu.
Sürecin işleyişini şöyle bir kadraja sığdırabiliriz belki:
Trajik inkılaplara girişilir. İnsan/toplum zihninin haiz olduğu söz ve mefhum sayısı zamanla azalır. Sosyal dil kabalaşır; ince, kalifiye çizgisini kaybeder. Önüne set çekilemez bir tembellik beyni işgal eder. Düşünme yeteneği çürür. Mücerret ve kuşatıcı olana karşı istemsiz bir körlük başlar. Dimağ, madde üstü olanı kavramakta zorlanır, hatta yok sayar. Somutu soyutla düşünmeye, maddeyi madde üstü bir idrak ile anlamaya karşı; zihin işleyişi oto-sansüre meyleder. Bu facia, fert ve cemiyet nezdinde estetik anlayışa da sirayet eder. Kalite üst sınırı düşer ve yeni sınırın bir evrim, bir gelişme olduğuna inanılır. Kadim suçlanır, yeni putlaştırılır. En nihayetinde tüm zihni faaliyetleriyle insan, basitleşir.
Sağda solda alay ettiğimiz o aforizmatik safsataları, ortalama bir vatandaşın helada dahi aklına gelebilecek cümleleri süsleyip kitaplaştıran yeni yetme filozoflar(!), saçmalıklarını daha çok sattırmak için vücudunu teşhir eden yetersiz tipler; hep bu hastalıklı sürecin tohumlarıdır. Bir gecede toplum fizyolojisine şırıngalanıp, etkisini yüz yıl boyunca arttıra arttıra gösteren ve hiçbir zaman toplumun mayasından kusulamayacak olan bir kanser süreci… Hepimiz bu suni kanserin kurbanlarıyız. Dolayısıyla ilim de irfan da edebiyat da sanat da öyle…
Entelektüel havalara bürünüp, kötüye burun kıvırıp, mizaha sığınarak bu kanserden kurtulamayız. Kurtulamayacağımızı bilsek de hiç olmazsa direnelim. Dilimize, mazimize, estetiğimize, dehamıza; medeniyetimize yeniden yönelelim. En azından ıstırabımızı daha az acıyla çekelim…