Kafasına her estiğinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na, ilahiyat fakültelerine, Müslümanlara hücum eden seküler kısırlık; bu aralar yine revaçta…
Agresif mastürbasyonlarla hayat sahamızı taciz ediyorlar.
Verimsiz, bayat hayranlıkların dışında; Türkiye ve daha iyi bir dünya için fikir üretemeyen bu hırçın kalabalıklara alıştık aslında. Üstelik mantıklı, makul eleştiriler yapsalar belki dinleyeceğiz. Ama o müthiş yobazlıkları artık ‘’dinlemeye’’ dahi elverişli değil…
Şahsen Diyanet’i ve ilahiyat fakültesindeki “ilhadiyat’’ birimlerini defalarca tenkit ettim bu köşede. Fakat ‘’aydın’’ triplerindeki ahmak ordusuyla aynı tarafta duracak kadar da aklımı yitirmedim hiçbir zaman.
Zerre bilmedikleri, hiç anlamadıkları, arsızca uydurdukları bir ‘’din’’ anlayışıyla; Türkiye’deki din tasavvuruna ve müesseselerine müdahale etmeye kalkan bu çapsızlara katlanmak zorunda da değilim. Nitekim kibarlıktan da anlamıyorlar.
“Onlar uzaya çıkıyor, biz hala orucu neyin bozduğunu tartışıyoruz!’’ kıvamından öteye geçemeyen süzme cahillere laf anlatacak enerjim yok.
O yüzden bu karanlık zihniyetle uğraşmak yerine kendi meramımı konuşayım.
Diyanet’i eleştirmeye, İslâm düşmanı zavallılardan daha çok hakkım olduğunu düşünüyorum çünkü…
Çocuklarımıza, gençlerimize, ehlisünnet itikadını en duru şekliyle öğretmek, gerçek İslâm’ı üstün bir çaba ile tanıtmak için çalışan hocalarımızı elbette ayrı tutuyorum.
Bununla beraber; Türkiye’deki dinî “işletmeleri’’ tarihî bir perspektifle tanımak, iç işleyişindeki pürüzleri kavramak ve yeniden inşa etmek gerektiğine inanıyorum.
Bir kere şunu bilelim:
Diyanet İşleri Bakanlığı’nın kuruluşu, Cumhuriyet devrimi sonrası bu halka vurulmuş en şiddetli ve etkisi en derin darbelerdendir. Nitekim kuruluşundaki amaç da; inkılaplar sonrası dayatılan sekülerist hayat tarzıyla fıtraten özdeşleşemeyecek ideal Anadolu tipini yumuşatmak, rejime ve sisteme yapılacak haklı isyanları fonksiyonsuz bir hale getirmekti. Ki bunu zamanın Diyanet İşleri Reisleri de açıkça itiraf etmişlerdir. Fetvalar rejimle zıtlaşmayacak cinsten veriliyor, dinî eserlerde Cemaleddin Efgani, M. Abduh, Sir M. İkbal, Musa Bigiyef, Reşit Rıza gibilerin bozuk fikirleri esas alınıyordu. Hakiki İslâm ulemasının yerine; İngiltere’nin sosyo-politik gayelerine hizmet eden masonlar, gazeteciler, aktivistler ön plandaydı. İlahiyat fakülteleri ve imam-hatip liseleri de ekseriyetle bu ‘’damar’’dan beslenmiştir.
Ne yazık ki bu facia; Mösyö Hamidullah, S. Kutup, Mevdudi gibi ithal figürlerin ışığı(!) altında, günümüzde de sürmektedir…
Dolayısıyla modern Türk İslamcılarının giriştiği kabukçu müdafaalara sığınmayacağım.
Zira Tanzimat ve biraz da 1909 öncesi din müesseselerimizin, bilim ve teknolojiden bîhaber olmadığının şuurundayım.
Din esaslı müesseselerimizin, eskiden birer ilim ve sanat merkezi olduğunun, yalnızca din üzerine şekillenmediğinin farkındayım.
Zihnen (hack)lendiğimiz için birtakım hakikatleri yok saysak da durum böyle.
Klasik medreselere göz atalım söz gelimi…
Din ilimlerinin yanında tarih, edebiyat, hukuk, hikmet derslerinin okutulduğu; mantık, fizik, matematik, biyoloji, geometri, astronomi, kimya ve sair ilimlerin talim edildiği bir tedris mekanizmasından söz ediyoruz. Öyle ki devlet ricalince, devir devir ilmî yenilikler takip edilir ve gerekli ‘’tadilatlar’’ yapılırdı. En kalburüstü medreselerin olduğu şehirler, tüm dünyada büyük alaka görüyordu. Modern okulların aksine, tek bir gencin dahi ziyan olması istenmiyordu. Külliyeler her ihtiyacı karşılayan kompleks yapılardı. Talebeler, burada hem entelektüel hem estetik bir kimlik kazanırdı. Müslüman elitler tüm orijinalliğiyle burada yetişirdi…
Şimdinin adım başı açılan üniversitelerinde, eski tabirle ‘’zülcenaheyn’’ denilebilecek bu kaliteli profilleri doğuramıyoruz.
Her neyse…
Bu vaziyet yaklaşık 500 sene, merhum Sultan II. Mahmud’a kadar sürdü.
Daha sonra Tanzimat’a uğradık...
(Nasipse haftaya devam edelim.)